Dünyanın Öyküsü- Kadir Yüksel |
26 Kasım 2013 Salı
15 Ekim 2013 Salı
KİTAPLARA DAİR
İNSANIN SIRRINI
KIRMAK
Kıbrıslı yazar Gürgenç
Korkmazel ikinci öykü kitabı Sırkıran’da sıradan insanlık hallerinin hüzünlü kırılganlıklarını, büyüdüğü
coğrafyanın belleğine kayıtlı acıları, otoritenin dayattıklarıyla yaşamak
zorunda kalan, göçmen olanın trajedisini, cinselliği, kadın-erkek ilişkilerini öyküleştiriyor.
Sözcüklerle haşır neşir bir şairin kaleminden çıkmış öyküler bunlar. Kimisi
şiirin tatlı tınısını taşırken, şiirsel bir söyleyişle işliyor. Anlatılmak
istenen insansa, kimi zaman kolaylıkla sırrına erilen, kimi zamansa kendine
bile bilinmezlerle dolu olan insan, yazarak o kapıyı azıcık olsun aralıyor
Gürgenç Korkmazel. Açılan kapıdan buyur edilen okur karmaşık yollarda
dolaşırken incelikli bir bakışla yaşamın, insanın çoklu bütününe beleniyor. İyi-kötü,
karanlık- aydınlık çoğunu aynı anda kendinde taşıyan insanı usul bir açık etmeyle
sunuyor okuruna Korkmazel.
“Ayakta durup onu seyrediyorum.
Birinin uyuyuşunu seyretmek, onu çıplakken seyretmekten çok daha özel bir şey…
O kadar çocuksu ve tatlı ki, gece boyu ona söylediğim ve düşündüğüm olumsuz
şeyler için pişmanlık duyuyorum. Ve birden onu ve annesini terk eden “ateşte
yanarken görsem üstüne işemem” dediği, babasıymışım gibi hissediyorum.
Kitapta
kısacıklar da dâhil olmak üzere otuz yedi öykü yer alıyor. Öykü sayısından da
anlaşılacağı gibi kısa ve vurucu metinler kurmaktan hoşlanıyor Korkmazel.
Kitabın ilk öyküsü Arıkuşları bir çocuğun
Kıbrıs’ın trajik tarihine paralel gelişen trajedisini sarsıcı, yıkıcı bir sonla
anlatıyor. Üniformalara, askerlere öykünen, sokaklarda her gün gördüğü bu
adamların dünyalarına yakından bakmak isteyen bir çocuğun yaralayıcı
tanışıklığına çağırıyor okuru. Neden bilmem, kurduğu atmosfer ve savaşın dolaylı
yollardan öyküye düşen gölgesiyle Keret öykülerini anımsatıyor Arıkuşları. Yazar, bir yandan silahların,
üniformalıların kol gezdiği bir resmi metne taşırken, bir yandan bu karabasanı
iyice umutsuzlaştıran insanın kıyıcı karanlığını ekliyor hikâyeye. Bir matruşka
gibi iç içe gizlenmiş yok edicileri anlatıyor. Öykünün başından sonuna kadar
aralıklarla okura eşlik eden arıkuşları çocuğun yaşadığı trajediyi daha da iyi
kavramamızı sağlarken, öykü “Arıkuşları
dönüp duruyordu başlarının üzerinde bir yerlerde. Onları görmüyor, sadece
çılgın çığlıklarını duyuyordu.” sözleriyle sonlanıyor. Ustalıkla kurulan
atmosfer, bunaltıcı sıcak, arıkuşları yaralayıcı son için bir araya getirilmiş,
adeta bizi oraya götüren yolun taşlarını döşeyen önemli ayrıntılar. Böyle
bakıldığında iyi düşünülmüş bir öykü Arıkuşları,
odağı bütünleyen, onu daha iyi kavramamızı sağlayan etkili, yaralayıcı
ayrıntıların bütüne yürüdüğü, unutulmaz bir öykü.
Korkmazel’in
kalemi sıradan ayrıntıların gizlediği sızıları açık etmeye odaklı. Çoğunluk
varoluş acısıyla kavrulan, yalnız, yabancılaşmış öykü kahramanları yazarıyla
birlikte arayış içinde. Kimi zaman net söyleyişlerle çıksalar da okurun
karşısına, bir anda daha evvel söylediklerini ters yüz edip kendilerini
yalanlayabiliyorlar. Kadın-erkek ilişkilerinin arapsaçı hallerine, cinsellik, üreme
içgüdülerine kendilerince yorumlar getiriyorlar “Zaten sevgi olunca ölmek de zorlaşıyor, ama özgürlük ölümü
kolaylaştırıyor.” “…Ya ölmeden önceki
aşama; çoğalma, çoluk-çocuk… Çocuk yapmazsan buruşup büzülecek güzelliğin,
kuruyacak kalbin, genlerin…” “Çok fazla Shakespeare sonesi okuyorsun…”
Kitapta
Kıbrıslı şair Kaya Çanca’ya armağan, söyleyiş farkıyla okura şiirsel haz
yaşatan bir öykü de yer alıyor. Bir şaire ve onun kurmacada yeniden yaratılan özkıyım
ânına odaklı Kaya adlı öykü şairin
yaşamından, şiirlerinden izler taşıyor. Daha evvel Kaya Çanca’nın yaşamı ve eserlerini
konu eden bir kitap da yayımlayan Korkmazel’in Kaya Çanca’ya yaşamında açtığı
özel yeri, anımsama/anımsatma arzusu belki de bu öykü… Zamanın vefasızlık
çukuruna itmeye çalıştığı adlardan, kişisel tarihimize sızarak bizi
değiştirenlere gönül borcu belki de… “Yağmurdan
sonra çukurlarda ölü kelebekler yüzdürmeye veya kurumuş sakangur cesetleri
sektirmeye vakit yok. Eski bahçe işlerinden tırnak altında kalan toprağa
içtenlik tohumları ektiydi, bastıkça etine, eziliyor. Y. Sokağı’na saptı yine.
Kafese kapatılmış yabani bir hayvan gibi, sonunda hep kendi etini dişliyor. Ta
en içine çekiliyor. Ağrılı kas hareketlerine bölüyor verilmemiş bir öpüşü,
saplantılı bir üslup için.” “Bakınıyor, aranıyor, kesici hiçbir şey yok odada.
Ampulden başka. Işığı kapatıyor. Sandalyeye basıp yükseliyor karanlıkta. Hiç tereddüt
etmeden, avcunda sıkıp kırıyor sıcak ampulü ve cam kırıklarıyla kesiyor
bileklerini. Kan sızıyor ince kesiklerden…”
Bir şairin
elinden çıkan kimi ironik, kimi çarpıcı bir anlatımla Sırkıran kısa, incelikli
öykülerde yol almaya çağırıyor okuru. Öykünün yürüdükçe çatallanan yollarında
keyifli okumalar.
Bu yazı Notos Haziran Temmuz 2013 sayısında yayımlanmıştır.
22 Ağustos 2013 Perşembe
17 Ağustos 2013 Cumartesi
27 Temmuz 2013 Cumartesi
KUYRUK
Kar altında her yan. Evimin
karşısındaki boş arsaya bakıyorum pencereden. Bir dişi köpek, arka ayaklarını
kırıp oturmuş kıçının üstüne, gözü penceremde. Bakışıyoruz bir süre, bunca
uzaktan dişi gözlerle söyleşiyoruz. İlerde, üst kattaki komşunun tombul
kızı, otomobillerini temizliyor, kürüyor bir güzel karları. Ergenlikten çıkıp
kadınlığa yürüyen oynak memeleriyle eğiliyor otomobilin üstüne biz bakışırken.
Eviçlerinde dolanan kadınlar, yüzyıllardır paslı iğnelerle etlerine saplanan
atasözlerini taşıyor sessizce.
Tarlayı düz al, kadını kız al.
On beşinde ya erde ya yerde.
Kadın erkeğin
şeytanıdır.
Biz kımıltısız, durgun bakışıyoruz dişice. Birden çekiyor
gözlerini, başını döndürmesiyle koşması aynı anda oluyor sanki… Lapa lapa yağan
karın altında, vücudunun her yanında bir kıvraklık, bir neşe… Pencereyi açıp
koştuğu yöne doğru eğiliyorum. Kuzeyden, arsanın en az ışık sunan köşesinden
görünüyor erkek köpek. Pürüzsüz karda coşkulu izler bırakan ayaklara değil,
işveyle sallanan kuyruğa takılıyor gözüm; hayat dolu, meydan okuyan kuyruğa. Pencereyi
kapatırken kendi kadınlığım geliyor aklıma, yıllardır etime iğnelemeye
çalıştıkları atasözlerine inat işveyle sallıyorum kuyruğumu.
Şenay Eroğlu Aksoy
Bu yazı Bayan Yanı adlı mizah dergisinin 8 Mart özel sayısında yayımlanmıştır.
5 Temmuz 2013 Cuma
KİTAPLARA DAİR
Kitaplar: Yasaklı Düşler…
Faruk Duman yeni öykü kitabı Baykuş Virane Sever ‘de anlatım olanaklarını kurgu ve öykü odağını klasikleşmiş
kitaplara yaslayarak, öykülerini bölümleyerek, eksiltili cümleler kullanarak
genişletiyor, okumayı bitirdiğinizde akılda sıcak bir anlatımın çizdiği
resimler kalıyor. Kitapta Yunus Emre’nin
“El kuşu elden ele, gül kuşu gülden güle
Baykuş virane sever, şahinler pervaz ile”
dizelerinin kucakladığı sekiz öykü yer alıyor. Çocukların,
daha çok erkek çocukların, gözünden aktarılan öykülerde abiler, teyzeler, diğer
yetişkinlerden farklı, sıcacık yaklaşımıyla çocukların sevgisini kazanmış
dayılar, masalsı söyleyişe yaslanan bir anlatımla giriyor dünyamıza. Kitabın
ilk öyküsü Kayıp İnci klasikleşmiş kimi
romanları kurmacanın parçası kılarak daha da ilgi çekici bir zeminde okurla
buluşuyor. Öykü kahramanı iki kardeşin gündelik yaşamı kitaplardan aşırılan
düşlerle örülürken, Duman öykülerinde eksik olmayan çatıyı döven söğüt ağacı,
ormandan koparak gelen türlü hayvanların çizdiği atmosfer, birbirine pek de
benzemeyen bu İki kardeşin soluğunu daha da iyi duyuruyor okura. Soğuk, karlı
okul yolunda düşlere sığınmak, doğayla başka bir pencereden bakmak, gündelik
yaşamı tatlandırmak anlamını taşıyor onlar için. Kitapların yasaklandığı, şiirlerin kimi
dizelerinin sansürlendiği bugünlerde İnci,
Vahşetin Çağrısı vb hatırlamak, onları çocukların düş gücüne kitapların
katkısını işaret eden etkili bir kurmaca unsuru yaparak hatırlamak, yazarın
dilinde bu zihniyete yanıt olmalı, bu yanıtı bağrıma basıp, Ben kitaplarla büyüdüm. Hatırımda kitapların adeta kutsal bir yeri vardır
diye başlayan öykünün içinde yürümeye devam ediyorum. İnci’nin
maceraya girişi de ilgi çekici, aykırı bir el’den gelir: Diğerlerine kıyasla
yaşama tutunamamış, evin babasının pek de hoşlanmadığı, yasak kitapların dışını
gazeteyle kaplayıp sonra bunları siyah naylon torbalar içinde taşıyarak gizlice
okuyan, serbest çalışan, uzun yolculuklara çıkan dayı. Ne gariptir ki okurun
ilgisini çekmeyi başaran dayının öyküden kopuşu evlenip o şehirden uzaklaşmasıyla
olur. Dayıya kız isteme sahnesi sıradanın içinde yitmemiş tavırlarıyla
hatırlananı silikleştirip, yerleşik düzene geçişe istekli bir adam resmi koyar
önümüze. Nitekim evlilik sonrası dayı tamamen çıkar öyküden. Onun eliyle
kurmacaya dâhil edilen İnci, onun
maceradan çıkışıyla kaybolmuş gibi görünürken umulmadık bir anda yeniden
görünüverecektir, ama güzel olan okur İnci
‘yle tekrar buluşacağını sezer. Kimi yerlerde bu sezgi gerçekle kucaklaşmaya
çok yakınlaşmış gibi hissettirilse de -kahramanımızın kütüphaneyi keşfedip
kitap seçtiği bölüm- buluşma yazarın belirlediği noktada olacak, okurda
beklenti yaratan bu çıkışla merak taze tutulacaktır. Bugünün apartmanlara
sıkıştırılmış çocuklarından farklı, doğayla ve kitapların sunduğu düş kurma
gücüyle örülmüş bir yaşamdır yazarın kahramanlarımıza çizdiği ve o yaşam okuru
metnin kalbine çekerek hüznü tattırmayı başarır.
Baykuş Virane Sever ‘de yer alan öykülerden Kayıp inci, Teyzem O Buhranlı Günleri Nasıl Atlattı, Emanet, Zürafa ve
Rüyalı Öykü bölümlendirilmiş. Adını saydığım ilk dört öykü sayılarla
bölümlendirilirken, Rüyalı Öykü başlıklarla
bölümlendirilmiştir.(Pas- Yele- Geçit)
Kitapta yer alan öyküler arasında diğerlerinden farklı bir anlatıma sahip olan Rüyalı Öykü bir düş perdesiyle
örtülüdür, anlatım da aynı puslu, kesinlikten uzak bir söyleyişle işlemektedir.
Eksiltili cümleler, anlatıcıdan başka kimselerin görmediği yaşlı kadın,
bitmeyen duvarların örüldüğü garip yer, insanlara çimento yedirilen yasadışı
bir çalışma kampı, inilen çukur… Okura geniş bir alan açan öykü, merak duygusunu
taze tutarak ilerlemekte, geniş çağrışım
alanlarında gezdirmektedir.
Yolumu kaybedince, yoldaşımla birlikte, fabrika bahçelerini anımsatan
bir yere girdim. Girdikte yoldaşım tuhaf, şüpheli birine, bir işçiye, ya da bir
mahkûma dönüştü.
Yazar yoldaşın bir işçi
mi mahkûm mu olduğunu belirsizleştirerek öyküyü kesinlikten uzak tutmaktadır.
Rüyalar mantık zincirinden uzak ilerleyişi öyküde de görülür. Bir söyleşide,
…Aslında yazarken kendi sesimi duymak, kendi gitmek istediğim
atmosferi yakalamak isteyen, yazının sonunda ortaya ne çıkacağını düşünmekten
ziyade yazarken bana ne kadar keyif verdiğiyle ilgilenen bir yazarım. Böyle
olunca da bu türde bir dil ortaya çıkıyor. Aslında uzaktan bakınca dili bozmaya
yönelik kasıtlı bir eylem gibi görünebilir ama öyle değil. Bu benim iç sesimin,
bana ait üslubun bir yansıması olabilir ki ben şuna da inanıyorum, aslında
kendi sesiyle yazmaya çabalayan herkeste bu tur dilsel özellikler vardır. Zaten
edebiyatı da bunun için seviyoruz. Herkes kendi diliyle, kendi üslubuyla yazsın,
söylesin diye…(Aydınlık Kitap Sayı 51) seslenen Faruk
Duman, zengin anlatı dünyasına bir kez daha çağırıyor okuru. Öykünün büyülü kollarında,
keyifli okumalar.
Şenay Eroğlu Aksoy
Bu yazı Notos Nisan- Mayıs 2013 Sayısında Yayımlanmıştır.
28 Mayıs 2013 Salı
24 Mayıs 2013 Cuma
KİTAPLARA DAİR
Bir
İntihar Efsanesi: Geçmişinizdeki trajediyi bozup yeniden kurmak.
Bir İntihar Efsanesi Amerikalı
genç yazar David Vann’ın, özyaşamıyla
neredeyse örtüşen, keder yüklü öykülerinden oluşuyor. Kitapta Vann’ın tanıtıldığı bölümde babasının intihar etmesini yaşama tutunmak
için bir çıkış noktası olarak gördü ve “Bir İntihar Efsanesi “ adlı ilk
kitabında da bu konuyu işledi, deniyor. Onunla yapılan bir söyleşide “Babanıza kızdınız mı?” sorusuna: Gerçekten büyük bir öfke duydum. Onu çok
seviyordum ama bu onu hayatta tutmaya yetmemişti, bunun için ona çok kızgındım, diye yanıt veriyor. Yine aynı söyleşide; bence bir yazar için onun tepkisi en
iyisidir,(Sibel Oral, Taraf, 9.12.2012) diyerek yaşamından kesitleri
kurmaca dünyada bambaşka gerçekliklere dönüştüreceğini duyuruyor. Yazmanın kimi
durumlarda bir hesaplaşma, tazelenme olduğunu düşündürüyor okura.
Yaşanmış bir trajediyi bozup yeniden kuran Bir İntihar Efsanesi yayımlandığında
büyük ilgi görür, Fransa’da Médicis ödülü dâhil on ödül alır.
Kitapta yer alan altı öykünün tamamı, bir çocuğun babasıyla
kurduğu trajik ilişkiyi kurmaca dünyaya taşırken, sayfalar arasında
soluklandığınız anlarda rollerin nasıl da değişmiş olduğunu, çoğu zaman çocuğun
yetişkin gibi davranırken; babanın, dürtüsel kimi davranışların pençesinden
kurtulamamış bir çocuk olduğunu düşünüyoruz. Nitekim kitabın en uzun öyküsü Sukkwan Adası’nda iyiden iyiye gözler
önüne seriliyor bu dengesiz ilişki. Babanın kararıyla, onlardan başka kimsenin
yaşamadığı adaya, geçici bir süre yerleşiyor Roy ve babası. Her türlü konfordan uzak bu yaşantıda tüm
ihtiyaçlarını kendileri karşılıyor; balık avlıyor, geyik vuruyor, kış için
ayırdıkları yiyeceklerini saklamak için özel yer kazıyor, ayılarla
karşılaşıyorlar. Bir süre yolunda giden işler geceleri babanın ağlamalarına,
çocuğun tanıklığıyla şaşırtıcı bir hal alıyor. Baba, yaşama tutunamama,
geçmişiyle hesaplaşma hallerini kontrolsüzce, henüz on üç yaşında olan oğlunun
yanında, onun çocuk olduğunu unutmuşçasına sergiliyor. Başlarda göstermeden,
bir başına yaşanan ağlamalar sonra kendi kendine konuşma, dert yanmalarla daha
içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Babasıyla aynı odada uyuyan çocuğun, bu durumu görmezden gelmeye çalışması,
kendini koruma çabası da boşa çıkıyor. Gündüz, çetin doğa şartlarıyla savaşarak
geçerken, geceler bir kâbusa dönüşüyor çocuk için. Çoğu gece babasının ağlamalarını
duymamak için kendince yollar bulamaya çalışıyor fakat baba bu akıl almaz
davranışları artırarak sürdürüyor. Âdeta içine düştüğü kederli halleri çocuktan
gelecek yardımlarla atlatmak ister gibi, ya da onun varlığını ve kendisiyle
kurduğu ilişkiyi görmezden gelerek yapıyor bunları. Bir gün, tüfekle nedensiz yere
kulübenin tavanına ateş eden adam, gecelere gizlediği sıkıntıları artırarak gündüze
de yayacağının haberini duyuruyor okura. Adamın, hayatına giren kadınlarla uzun
soluklu sürdüremediği her ilişki dertlenmelerin, bunalımların odak noktasına dönüşüyor.
Baba ve çocuğun trajik öyküsü, gece yarıları ağlayanın değil, gücünün üstünde
tanıklıklara, sessizce katlananın sarsıcı yıkılışıyla son buluyor. Kitapta tanrısal
bakışla aktarılan tek öykü olan Sukkwan
Adası belki de yazarın, bu can alıcı hikâyeye belli bir mesafede durma,
babasına duyduğu kızgınlığı -görece- objektif olarak aktarma çabasında
gizlidir.
Bir İntihar Efsanesi’nde
yer alan diğer öyküler, birinci tekil anlatıcı gözünden aktarılıyor, yani
öykülerimizin başkişisi Roy’un gözünden. Birinci ve ikinci öykü baba ve Roy’un
geçmişine, kişiliklerine dair bilgilenmemizi sağlıyor. Birbirini tamamlayan
öyküler arasında kırılma Sukkwan Adası’yla
yaşanıyor. Kitabın başında yer alan öyküler yazarın dert edindiği şeye küçük
bir giriş yapmamızı sağlarken Sukkwan Adası’yla
zirveye ulaşan anlatı onun ardılı öykülerle babayı anlama, geçmişe bakma
çabasına dönüşüyor.
Bir İntihar Efsanesi’ndeki ilgi çekici
ayrıntılardan biri de doğanın her öyküde başat karakterlerden biri haline
dönüştürülmesidir. Alaska gibi çetin hava koşullarının hüküm sürdüğü yerlerde
geçen öyküler yazarın dert edindiğini daha etkili aktarmasına olanak verirken
okuru anlatının içine çekiyor.
Yazmanın geçmişten kalan yaralara bir kez daha eğilmek
olduğunu düşündürüyor Bir İntihar Efsanesi,
yaşamın bize dayattıklarını yok sayma, sözcükler aracılığıyla yeni bir
gerçeklik kurma olduğunu…
Öykülerde hesaplaşmalara giren Vann yine aynı söyleşide “Ne
zaman intihar ve trajedilerden söz etsek siz hep gülüyorsunuz,” sorusuna: “Ailemden olan beş kişi intihar etti ve daha
pek çok tuhaf şey yaşandı. Ve ben artık gülüyorum, evet, çünkü tüm bunların
benim başıma gelmesi çok komik” diyor.
Trajedinin kollarında Vann’ın
kaleminden hüzünlü okumalar.
Şenay Eroğlu Aksoy
Bu yazı Notos Şubat- Mart 2013 sayısında yayımlanmıştır.
10 Nisan 2013 Çarşamba
Kitaplara Dair...
Echenoz ve Çek Lokomotifi
Mario Vargas Llosa denemelerini topladığı Genç Bir Romancıya Mektuplar adlı kitabında “…Temel ve biçim arasındaki
ayrım yapaydır, yalnızca betimsel ve analitik sebeplerle kabul edilebilir ve
gerçeklerle asla örtüşmez, zira bir romanda anlatılanlar anlatım tarzından
bağımsız olarak değerlendirilemez. Tarz öyküyü inanılır veya inanılmaz, hisli
veya gülünç, komik veya dramatik kılar” der. Jean Echenoz’un Çek koşucu -dünya
tarihindeki adıyla Çek Lokomotifi- Emil Zatopek’in hayatını anlattığı “Koşmak”
adlı kitabını okurun zihninde ayrıcalıklı kılan tam da Llosa’nın sözünü ettiği
şey; üsluptur. Yayınevinin tür adlandırmasında ”anlatı” olarak sınıflandırılan
kitap Echenoz’un kendine has, ironik üslubuyla benzerleri arasında özel bir
yere çekiliverir. İyi bir romancı olduğunu bildiğimiz yazar “Koşmak”ı neden
kurmaca bir metin olarak kaleme almamıştır? Sanırım onun da üzerinde kafa
yorduğu bir sorudur bu. Yine de Zatopek’in hayatını “anlatı” sınırlarından
taşırarak, kurduğu üslupla daha da geniş bir alanda var eder Echenoz. Genç bir
fabrika işçisinin yeteneğini umulmadık şekilde fark ederek dünya tarihine
kazıdığı yaşam öyküsü, elbette benzerleri arasında dikkat çekici görünmektedir.
Yoksulluğun kol gezdiği bir hayattan üst üste rekorlar kıran bir dünya
şampiyonu çıkarmak kolay iş midir? Ama yaşam imkânsız olanda filizlenip
umutları tazelemeyi de beceremiyorsa, tutunacak ne kalır geriye? Şaşıracak, olmaz
denileni alaşağı edecek inanç nasıl yeşerir diğerlerinde?
“Meslek okulunda yatılı okuyor ve kauçuk bölümünde, basit bir işte
çalışıyor; burası öyle kötü kokuyor ki herkes uzak durmayı tercih ediyor. İlk
başta onu yerleştirdikleri atölye, her gün iki bin iki yüz kauçuk tabanlı spor
ayakkabısı üretiyor ve Emil’in ilk işi, dişli törpüyle bu tabanları
düzeltmekti. Ama iş yükü korkutucu, hava solunamaz, çalışma hızı çok fazlaydı,
en küçük hata cezalandırılırdı, küçücük bir gecikme zaten cılız olan maaşından
kesilirdi...”
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Alman işgalindeki Çekoslovakya’nın,
Echenoz’un ironik üslubuyla parça parça çizildiği resimle açılır kitap. Emil’in
çalıştığı ayakkabı firması Bata’nın, reklam amaçlı, her yıl düzenlediği koşu
yarışı -o göremese de- hayatının yol ayrımıdır.
Etrafındaki insanların çoğu gibi yaşamsal ihtiyaçlarla ilgili görünen bu
yoksul genç, sporu sevmemekte, bedensel idmanları vakit kaybı, boş masraf
olarak görmektedir. Hatta katılmak zorunda olduğu bu ilk yarışa dâhil olmamak
için hasta numarası bile yapar fakat işe yaramaz. İkinci koşu denemesi Almanların
düzenlediği bir yarıştır ve sonuçlarıyla tam da yukarıda bahsettiğimiz şeye,
umuda işaret etmektedir. Koşucuların çoğunun Alman olduğu bu yarışta Emil’in de
aralarında olduğu kadidi çıkmış hırpani bir Çek güruhu yarışmaktadır ve Emil farkında
olmadan, arileri kızdırarak yarışta ikinci gelir. Bu yarıştan sonra dikkatleri
çeker ve ısrarlara hayır diyemediğinden koşmaya başlar. Tutkulu, hırslı
değildir Echenoz’un var ettiği Emil… Zorunlu olarak katıldığı yarışta koşmayı
ilgi çekici bulduğunu fark eden, ödülün yağlı ekmek, bir elma olduğu yarışlara katılan,
nefesini tutarak ne kadar koşacağını öğrenmek isteyen, ikinci sınıf trenlerde
yolculuk ettikten sonra rekor kıran ama bunların hepsini sıradan işlermiş gibi
yapan sıska, şaşılası bir adamdır.
Alman işgalinin sona ermesinin ardından, Çekoslovakya’da rejim
değişir, komünizm ilan edilir, Emil orduya alınır. Üst üste kırdığı dünya
rekorlarıyla partinin ve ordunun propaganda malzemesi oluverir. Tüm dünyayı,
kendinden önceki koşu tekniklerini altüst ederek kazandığı altın madalyalarla
şaşırtan Çek Lokomotifi’nin yaşamı, değişen ülke koşullarıyla paralel değişmektedir.
Echenoz, Zatopek’in yaşamını aktarırken bir yandan da değişen politik koşulları
onun kaderini daha iyi kavramamızı sağlayacak bir renklilikle aktarır.
Dupçek’in özgürlükçü
reformlarının ardından Sovyetler Birliği’nin Prag işgaline albay üniformasını
giyip tankların önüne dikilerek karşı koyan Zatopek, partinin gözünden düşer.
Ordudan atılır, yedi yıl uranyum madenlerinde çalıştırılıp arşivcilik
yaptırılır. Yaşadıklarını, İngiliz rakibi Gordon Pirie’ye göre “dünyanın en
neşeli ve keyifli insanı” Zatopek şöyle yorumlar:
“Olsun, arşivcilikten
ötesine layık değilmişim demek.”
Herkes kollarla koşulduğunu söylerken, kollarını rastgele
sallayan; akademik klişelerden ve kazanma kaygısından uzak; omuzlarının arasına
gömülüp hep aynı yöne eğilmiş boynu; acı çekiyormuş gibi görünen yüzü ve tüm
dünya tarihini altüst eden koşu teknikleriyle Echenoz’un kaleminden Zatopek’le
tanışmak yeni iz sürmelere çağrı; bu şaşılası yazar ve koşucuya daha yakından
bakma isteğidir. Keyifle.
Ocak 2013
Şenay Eroğlu Aksoy
Bu yazı BirGün Gazetesi kitap ekinde yayımlanmıştır.
14 Ocak 2013 Pazartesi
Kitaplara Dair...
Susuyorum ama unutmuyorum
diyenlere: Karga Zarif
Öykünün kendine has seslerinden Murat Yalçın, okuru bildik yollardan
kuşatmak istemez; farklı arayışlara çıkıp aykırı yollara sapar. Dile ilgisi
tükenmez, unutulmaya yüz tutmuş sözcüklerle etkileyici söyleyişler çatar. Kimi
imler metinlerinin can alıcı unsurudur. Kalemini yazının tüm olanaklarını
kullanarak zenginleştirir. Bunca yenilik yanında sokağı, sokağın dilini
ustalıkla kullanır. Yerel söyleyişler, küfür, deyimler bolca yer bulur onun
öykülerinde, hatta kimi zaman bir Hulki Aktunç
Büyük Argo Sözlüğü eşliğinde bir kez
daha okumak gerekir onun metinlerini.
Yalçın’ın yeni kitabı Karga Zarif on öyküden oluşuyor. Bunlardan
kimi uzun, kederli hikâyeleri dillendiriyor. Kitabın ilk öyküsü Kanunun Solist Olduğu Gece, yatağa
bağımlı bir dolmuş şoförünün gözünden anlatılır. Onun yürek paralayan yaşam
öyküsü, kendi hayatına izleyici olmanın acısını derinlerde hissettirir.
Kahraman kâh geçmişe kâh âna döner. Dokunamadığı, dâhil olamadığı hayat onu
içten içe tüketir. Karısının bir başkasıyla yakınlaştığını, eve gelen gençlerin
bile cinsel arzuyla ona baktığını kurar. Tam kapısının önünde duran dolmuşunun
günler geçtikçe dağılıp dökülmesi, şoförün hayatını okurun gözünde daha etkili
kılmak için kullanılan etkili bir büyüteçtir. Dolmuşu da onunla birlikte
paslanmakta, kırılıp dökülüp yaşamın dışına itildiği yerde çürümektedir. “Dünya” dediğim, artık dönmesi durmuş bir
oyuncak. Geçmişin hatırına duruyor, dönmese de… diyen kahraman, acıyı
bitirmenin yolunu elbette bulacaktır. Yalçın’ın
kalemi oyunlara yatkındır. Okurunu, kiminde rahatlıkla dâhil olabileceği, kiminde
yalnızca izlemekle yetineceği oyunlara sokar. Yazma eylemine, sözcüklere,
yazarlara, kalıplaşmış tanımlamalara göndermeler yapan söyleyişler, öykülerin
arasına serpiştirilir. Hani, nasıl
demeli, vezir olmaya giden piyon kararlılığıyla koyuldun yazmaya. Unutma,
açlığını bastıracak bir şeyler atıştıracak yerde, ardından atlı
kovalıyormuşçasına, oturup bunu yazdın. Bunu yazacağına bun’u yazsaydın ya…
Bana
Hikâye Anlatma ya da Çıkmamış Cana Son El Ateş kitaptaki en uzun öyküdür.
Öfke duyulan birine yazılmış bir mektup gibidir. Kadın anlatıcı ağzından aktarılan, küfrün
bolca kullanıldığı öykü, dipnotlarla genişletilir. Bu dipnotların kiminde okura
seslenir anlatıcı. İlginçtir edebiyat dünyasının görünmeyen yüzüne tutulan bir
ayna gibidir Bana Hikâye Anlatma ya da
Çıkmamış Cana Son El Ateş. Yalçın’ın kalemi yaşamın anlamsızlığına işaret
ederken, bir o kadar da ironiye yaslanır. Arka kapak yazısında da aktarıldığı
gibi ona göre yaşam göz açıp kapayıncaya kadar geçmektedir ve onu anlaşılır
kılmaya çalışmak boşunadır. Nitekim
kitabın son öyküsü Uygarların Geçtiği
Nehir; Ana rahminden çıktım koştum pazara, bir kefen alıp döndüm mezara cümlesiyle
bitirilir ki bu kitabın kapanış cümlesidir. Kibrit
Suyu adlı öyküde de benzer şeyler beklemektedir okuru, vazgeçişler, hiçlik; Hayat bir vakit kaybını öbürüne yeğlemekten
başka nedir? Yine aynı öyküde gerçeği görmenin büyüsüne kapılanlara
seslenilir: Dahası gerçeği ne kadar iyi
algılarsan o kadar acı çekersin. İkisinin arasını tam bulamadan bitersin.
Yeryüzüne bu dramı yaşamaya geldiğimizi bilelim dostum. Murat Yalçın, günlük yaşamdan aşina olduğumuz
kimi adları da taşır öykülerine, onları bir rüyada yan yana getirir,
konuşturur. Onun kalemi bir yanda kederli hikâyelere uzanırken, bir yanda tatlı
bir ironiyle keyiflendirir okura. Karga Zarif “Susuyorum ama unutmuyorum”diyenlerin
dünyalarında dolanır, yaşama fırlatılmışlığın acısını duyurur. Yazma eylemi, yazarlar,
ayrıcalıklı yerlere oturtulup kutsanmaz öykülerde, cesur çıkışlarla kalem
oynatanlara da ayna tutulur. Yine de ölüm korkusundan yaza duruverir
kahramanları; Ölüm korkusuyla yazadurdum.
Ölüm acısını duydum da etimden et koparıp söze dürdüm. Ölümümün ardından
okunsun gitsin istedim uzaya mıhlı sözlerim… Öd acısıyla çatılı diller döktüm
kitaba, imdat kurmaca!
Karga Zarif, has edebiyatın izini
süren okura dil zenginliği eşliğinde, çoğul anlamlar vadederek keyif kapısını
aralıyor. Öykünün büyülü kollarında
kederli, gülümsemeli okumalar…
13 Ocak 2013 Pazar
10 Ocak 2013 Perşembe
Kitaplara Dair
Öykünün Genç Sesi
2010 yılında
Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’ nü
kazanan Pelin Buzluk’ un yeni kitabı,
Deli
Bal’ın ikinci baskısıyla eşzamanlı olarak okurla buluştu.
Can
Yayınları tarafından basılan Kanatları
Ölü Açıklığında on üç öyküden oluşuyor.
Buzluk, ilk kitabında kurduğu
sarsıcı üslubu serinkanlı bir anlatı evrenine taşıyor Kanatları Ölü Açıklığında’ da. Kahramanlarını cesurca, çoğunluğun
görünür kılmaya çalıştıklarına inat insanın karanlığında gezdiriyor. Farklı
coğrafyalarda, gerçeküstü kurgu dünyalarında gezinirken söylencelere
yaslanıyor. Kimi öykülerinde- Saklambaç - hikâyeyle başat yürüyerek kuruyor
atmosferi; korunaklı bir kuyu yaratarak, anti militarist bir ninni söylüyor. Yaralayıcı,
kıyıcı duygulara işaret ediyor. “Kayıplarımız”ın hiç dinmeyen acısını sesliyor.
Kanatları Ölü Açıklığında Yorgancı Yorgo’nun oğlu İbrahim’in
kederli hikâyesiyle açılıyor. Babasının ölümü ardından, öykü anlatıcısının
ailesi tarafından sahiplenilen, okura kendini anlatacak bir cümle bile kurmadan,
başı önde yitip giden İbrahim’in hikâyesi. Öykü döngüsel bir anlatımla adım
adım bütünleniyor. Anlatıcının soğukkanlı aktarımıyla babasız bir çocuğun ”İbrahim
Dağı”nda yitişine tanıklık ediyoruz. Ne
trajik ki içinde kahramanımızın yittiği yer onun adıyla anılır oluyor: İbrahim
Dağı. Babam onu eve getirdiğinde ben sekiz yaşındaydım. Abim on dört.
Ufaklıklar altı ve dört. Kızlar on beş ve on bir. Babam eve üzgün gelmişti.
İçeri girince kapıyı örtmeye davranırken geride onu görmüştük.” İbo gir içeri,”
demişti babam. “Kardeşinizdir. Aranıza alın. Oynayın. Yer verin.” Geldiği gün
kızlar arka avluda yıkadılar onu. Bir yandan tasla sabunla vuruyorlardı
kafasına. Niyetleri iyi ya da kötü değildi. Niyetsizdiler… Evin
çocuklarındaki bu niyet (sizlik) İbrahim’in yitişine kadar sürüp gidiyor.
Buzluk’ un kalemi nahif söyleyişlerden uzak,
cesur, kimi yerlerde saldırgan. İbrahim Dağı
bir yanıyla kıskançlık gibi sıradan duyguların hepimizin içinde olan kıyıcı
karanlığa doğru yol alabileceğini gösterirken; bir yanıyla “İçinde yetimlerin
beslendiği evler”i kutsayan yutturmalık bakışa, sarsıcı bir itiraz sanki.
Olağanı
anlatmak istemeyen bir yazar;
Kanatları Ölü Açıklığında’ da yer alan öyküler, farklı
coğrafyalara, çizgidışı yaşamlara uzanıyor. Bir öyküde Hindistan’da ölü yakarak
geçimini sağlayan kahramanın, yaşamını değiştirme, yeni yollara çıkma arzusuna
ortak olurken; bir başka öyküde zengin evinin duvarında açılan küçük oyukta
yaşamını sürdüren bir evsizle tanışıyor; bir diğerinde ise kopuk bir parmağın
sahibini bulabilmek için Pakistan’a giden bir esrikle yol alıyoruz. Buzluk,
yaşamın içinden seçtiklerini Kanatsız
adlı öyküde olduğu gibi sokakların yasaklı, balkonların sokak yerini aldığı
gerçeküstü kurmaca dünyalar kurarak anlatılıyor. Okura sonu bilinen hikâyeler
anlatmak yerine güçlü bir atmosfer kurarak metnini var etmeyi seçiyor. Kasap Havası adlı öykü ise kahramanımız Asiye’nin
bindiği minibüsün, yoğun kar yağışı nedeniyle Dikmen yokuşuna çıkamamasıyla
başlıyor. Minibüsten yokuş başında indirilen yolcuların kar oyunlarındaki
çocuksu neşesine ortak ediliyor okur. Bu çocuksu neşe Asiye’nin ısınmak için
bir kasap dükkânına girişiyle gerilimli bir mecraya doğru evriliyor. Dükkân
sahibiyle kahramanımız arasında geçen kafa karıştırıcı diyalog, içerinin
sıcaklığı Asiye’nin âdeta dışardaki kar gibi gevşeyerek kendini bırakmasına
neden olurken, boynundaki ipe astığı kuş ve tavşan ölüleriyle içeri giren adam,
var olan gerilimi iyiden iyiye artırıyor. Asiye’nin adama “Uzun ölürler mi?”
sorusuyla gerilim dozu artan öykü, kapanışta aynı sorunun boşluğa asılı bırakılmasıyla
okuru oyuna dâhil ediyor. Asiye’nin sonunu hayal etmekse, ipuçlarını yazarın
verdiği kurmaca dünyada kalarak, yeni aramaları gerektiriyor.
İlk kitabı Deli
Bal’da saldırgan kurguları -2.9 Saniye-
giyotin hızı sarsıcılığıyla okura bulaştıran Buzluk, bu defa usul usul anlatarak öykülerini okuru daha da
yakınlaştırıyor çattığı dünyalara. Sarsıcı kurgulara alışkın okur yeni
okumalara uzanıyor. Atmosfer kurmadaki kıvrak kalem oynatış -Puslu Bahçe, Sürek, 62 Tavşanı- ikinci kitapta çoğalarak sürüyor. Buzluk
Kantları Ölü Açıklığında’da yer alan
hemen her öyküde kıyıda kenarda kalmış sözcükleri, yerel söyleyişleri
kullanıyor. Anlaşılıyor ki okura metni hatırlatmanın, öykünün içinden çıkıp
metne dışardan bakmanın yollarından biri de bu sözcük kullanımda saklı yazara
göre.
Deli Bal’la öykü okurunun aklında sarsıcı
izler bırakan Buzluk, Kanatları Ölü Açıklığında’ da yeni
tatlar eklemiş anlatı evrenine. Eksiltili
cümlelerin, etkileyici kurgu dünyalarının eşliğinde taze bir yolculuk çağrısı Kanatları Ölü Açıklığında. Öykünün
çarpıcı dünyasında yeni sesler arayanlara, keyifli okumalar.
Bu yazı 5 Ocak 2013 BirGün Gazetesi Kitap Ekinde yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)