6 Aralık 2012 Perşembe

Kitaplara Dair


AKORTSUZ VE GARİP, AHENKLİ SES: ORHAN VELİ

Bugüne değin antolojilerde bir iki öyküsünü okuma şansına eriştiğimiz Orhan Veli öykülerini bir kitapta, topluca görünce keyifle rafa uzandım. Gri tonların hâkim olduğu kapakta Orhan Veli’nin narin yüzü gülümsüyordu. Üstat bir meydan kahvesinde ahşap sandalyeye oturmuş, sol koluyla koltuğunun altına sıkıştırdığı diğer sandalyeyi kendine doğru çekmişti.  Her zamanki gibi ceketli ve kravatlıydı, çıkık alın kemiği, yuvalarına çökmüş gözleri, her gün harflere uzandığını düşlediğim ince uzun parmakları… Çelimsiz görüntüsü yıllar önce okuduğum İşsizlik adlı öyküsündeki aç kahramanı anımsattı bana. Gerçi epeydir Orhan Veli adını duyduğumda şiirleri yerine bu öyküyü anımsar olmuştum ya. İşsizlik adlı keyifli öyküde kurmacanın yan unsuruymuş gibi duran ayrıntı yazar tarafından nasıl da ustalıkla metnin ana bileşeni haline dönüştürülmüştü.  Kitabın içinde yer alan hemen her öyküde açlıktan bahseden öykü kahramanları da ilgi çekici, huysuz, orta halli insanlar arasından seçiliyordu. Orhan Veli şiirlerinde görülen doğa sevgisi öykülerde de okura hissettirilecek kadar canlı, metnin iliğine kemiğine sinmiş.  Bir yazı yazmak istiyordum. Kâğıdı kalemi aldım taraçaya çıktım. Taraça dediğim oturduğum otelin en üst katında. Hava da domuzuna güzel. Ilık bir mart güneşi, iliklerine kadar ısınıyor insan. Böyle havalar, kış sonunda, çok kişileri mesut eder. Doğa onun metinlerinin vazgeçilmezi,  öyle ki kahramanları davranışlarını bahara bağlıyor, güneşli, denizli düşüncelere dalıyor.
Çoğu yazarın yapıtında simgesel bir gönderme yapmak için seçilmeyecek kimi eşyalar -işiniz düşer, bilmediğiniz bir semtte kalırsınız. Yemek zamanı geçmiş, karnınız acıkmıştır, “bir aşçı dükkânı bulsam da iki lokma bir şey yesem” dersiniz. Dolaşırsınız, sağa bakarsınız, sola bakarsınız, yiyecek bir şey göremezsiniz. Dükkânların camekânları, musluklar, testereler, ip yumakları, kurşun borular, tahlisiye simitleri cinsinden mallarla doludur- onun öykülerinde anlatıyı besleyen, meseleyi okura daha bir güçlü ve benzersiz şekilde hissettiren Orhan Veli üslubunu görünür kılar.  Deneme gibi başlayan öyküler acaba hikâye mi yazsam? Hikâyede konunun pek o kadar mühim olmadığını söyleyenler de çıktı. Ama ne olursa olsun, bir vaka lazım. O vakanın bir başı bir sonu olması lazım. Üstelik vaka da, alışılmış bıkılmış vakalardan olmamalı… söyleyişiyle başka bir mecraya sürüklenir. Okura öykünün bir parçasıymış gibi sunduklarını hızla inkâr eder ya da önemsiz bir ayrıntıyı geniş bir alana yayarak okuru şaşırtmayı, keyifle metnin içine tutmayı başarır. Kahramanları canlı, hayatın içinde insanlardır, kederli görünseler de hepten teslim olmamışlar, bir kenara çekilip tek başlarına kalmamışlardır. Hemen hepsi insanların arasına karışmayı, içmeyi sever. Hayatın içinde kalmayı insanlarla birlikte olmaya tercih eden bir halleri vardır. Yalnız, umutsuz kahramanlar yoktur onun öykülerinde.  Orhan Veli benzerine az rastlanır söyleyiş renkleriyle zaman zaman İlhan Durusel’in ironi yüklü mizah anlayışını düşündürse de sözcük ve ayrıntı seçimiyle ondan ayrılıyor. Öyküleri bitirdiğinizde tatlı bir tebessümle yaşama bağlanırken, bugün unutulan kimi sözcüklerle dilin büyüsüne, yolculuğuna tanıklık ediyorsunuz. “Bir ayak atışı vardı övmelere seza.” “ Bazlamalar paralanıyor, peynir tatlılarına uzanılıyor, bakraçtan bardağa şarap dolduruluyordu.” Kitabı kapattığınızda bazlamaları paralayan sıcak, hayat dolu kahramanlarla dopdolusunuzdur.
Kitabın sonuna eklenen Orhan Veli Edebiyat Hakkında Konuşuyor adlı bir röportaj ise onun edebiyatçılara dair düşüncelerinden tutun, divan edebiyatı da dahil birçok konudaki ilgi çekici yorumlarını okura sunuyor.
Şiirleriyle tanıdığımız Orhan Veli, şaşırtıcı güzellikteki öyküleriyle karşımızda. “Cep delik, cepken delik; kol delik, mintan delik; yen delik, kaftan delik; kevgir misin be kardeşlik!” dizelerinin şairi öykülerinde de aynı söyleyiş güzelliğiyle okuru kucaklıyor.  Yapı Kredi Yayınlarının Raşit Çavaş editörlüğünde okurla buluşturduğu “Hoşgör Köftecisi”ni başlı başına bir armağan saymalı öykü severler.


Notos Ekim - Kasım 2012 Sayısı

9 Ekim 2012 Salı

Deneme



SAHİ, BEN NEDEN YAZIYORUM ANNE?

Bana neden yazdığımı soruyorlar anne, yazarlar “neden” yazar? Bu o kadar zor, o kadar basit, o kadar karmaşık, o kadar yalın bir soru ki…
Kimine göre yarına kalmanın en saygın yolu yazmak, kimine göre kendini tanımanın, kimine göre özgürlük istemenin, kimine göre arkadaşları tarafından daha çok sevilmenin, kimine göre kendini dinletmenin… Peki, ben neden yazıyorum anne?
Sözcüklerin ve insanın gizlerinin bilimin tüm olanakları kullanılarak çözüldüğü, reklamcıların şiirin koynundan çaldıklarıyla iş gördüğü bir dünyada sözcüklere yanaşmak katlanılmaz değil mi? Böylesi bir yüzyılda susmak en büyük samimiyet göstergesi derken yakalıyorum bazen kendimi. Bildikçe tükenen, konuştukça eksilen diye bitiriyorum öykülerimi… Ben neden yazıyorum, kime ne anlatmak istiyorum? Yazmaya başladığım günden bu yana öykülerimde bir resim gizli anne... Geçmişime, yalnızlığıma, cellatlara, itilmişlere, eksik kadınlara, yaralı çocuklara, yalnızlara, çoğunluk olduğu için güçlü olduğunu düşünenlere kurduğum dünyanın sokaklarından sesleniyorum. Kiminde gözyaşlarına boğuluyorum, kiminde gırtlak gırtlağa savaşıyorum, sonunu asla bilmediğim dünyaların peşine düşüyorum. Bazen yazarken yazarken çocukluk evimizin korkuluksuz balkonuna varıyorum, babamın kendi elleriyle yaptığı evimizin. Balkondan aşağı büyülü bir uçurum sarhoşluğuyla eğiliyorum. Kardeşlerim bambaşka düşlerin peşinde, senin gölgen dikiş makinasına eğik, bakıyorum bakıyorum da anne, uçurumun dibinde başka çocukların ölümlerini görüyorum. İnsanlar sokaklarda dolaşıp yaşama karışırken, kimi kederlenip kimi coşarken uçurumun dibine bakıyorum, öyle… Ki gördüklerim nedense aklımdan silinmiyor, kalbim tanıklık etmenin acısıyla dağlanırken, unutmak istiyorum bazen, çok, hem de çok. Sonra ben de biraz ölüyorum onlarla birlikte. Öyle her zaman kederli değilim, koşup oynayıp deli gibi güldüğüm de oluyor. Ama o balkondan eğildim mi… Usul usul ölmeye katlanmak için yazıyorum belki…
Düşünüyorum da bir yazıyı eşsiz kılan onun içinden uç veren samimiyettir. Bu günlerde en çok bu tür yazıları seviyorum, özlüyorum. Yarına kalmakmış, dünyayı değiştirmekmiş, insan olmanın büyülü anahtarı... Dönüşüm bu samimiyetle başlıyor bence. Kendimle kaldığım zamanlarda- yazarken- bilinmez yanımla karşılaşmak şaşırtıyor beni, seziyorum bu görünen benim karanlığım, çoğu insan yaşam tarafından sınanarak karanlığıyla yüzleşirken, ben sözcüklerin arasına karışarak yaşıyorum bunu, böylece değiştiremediklerime arkamı dönüyorum. Kendi karanlığımı tanımayı dış dünyayı tanımanın yolu sayıyorum.  Belki kendimden geçerek dünyaya dokunmak için yazıyorum, ne dersin anne?
 Bir de amansız bir düşbazım ben, doymuyorum düşlere, oyunlarla hayata bağlanıyorum. Kedere belenmiş yanım kadar güçlü düşbaz yanım; afacan, gözünü budaktan sakınmayan yanım… Ender bulunan mücevherini sakınan bir milyoner gibi sakınıyorum bu yanımı. Düşbaz yazarlara yaslanıp zevkle coşmasını sağlıyorum.  Ah, kurmacada oyun ne tatlı, ne eğlenceli avuntudur bir bilsen anne? Gerçeğe karşı güç kazanmak, ona katlanabilmek için oyunlara karışıyorum. Yoksa bir düşünsene, ölümü bekleyerek yaşamaya yazgılı zavallılarız biz, ne bahtsızlık değil mi? Bunu unutarak yaşayanlara şaşıyorum, bir çocuğun bunaltıcı yaz akşamında komşu evde gördüğü ölünün ayaklarına bakışı gibi merak ve korkuyla bakıyorum katı bedenlere. Kim bilir belki ölüm acısına katlanmak için yazıyorum.
Kimi zaman da yinelen bir ses kalbimden vuruyor beni, yalnız onun melodisini, bir kez daha duyabilmek, onu görünür kılabilmek için yazıyorum. Dilin müziği en çok şiirde gizli. Dalga sesleri yaratmak için Dalgalar romanını yazan Virginia Woolf’ u hatırlasana…
Ah anne bana neden yazdığımı soruyorlar. İnsanı ve hayatı anlamak için de yazıyor olabilirim demek istiyorum, sanki bu mümkünmüş gibi… Kırk yıldır kapı aralarından konuşmalarınızı dinlemekteyim. Kafam hep böyle şeylerle dolu olduğu için uydurmak da kolay oluyor. Ezbere bildiğim bu sözlere edebi bir biçim verdim o kadar,* da demek istiyorum.
Sahi, ben neden yazıyorum anne? 

Şenay EROĞLU AKSOY

*Yeraltından Notlar
Dostoyevski

Bu yazı İzafi Dergisi'nde yayımlanmıştır."Yazarlar Neden Yazar"

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Kitaplara Dair...


NAHİF DÜNYALARIN GÜÇLÜ SESİ

Amerikan Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Raymond Carver’in yirmi iki öyküden oluşan kitabı “Lütfen sessiz olur musun, lütfen?” adıyla okurlarla buluştu. Can Yayınları’nın “öykü şenliği” sloganı eşliğinde bir dizi kitap basması gerçekten de şenlik coşkusu yarattı okurda. Kirli Gerçekçilik akımının öncülerinden olan yazar günlük hayatın içinden seçip aldığı kirli gerçekleri unutulmaz bir biçemle kazıdı zihnimize.
 Bir söyleşide kısa öyküye yaşamın kedisine dayattığı koşullar yüzünden yöneldiğini söyleyen Carver olduğundan daha değerli kılmaya çalışmaz yaptığı işi, kişiliğindeki bu alçakgönüllü duruş öykülerinde de görülür. Kimilerine göre bu yorum bir yanılgıymış gibi algılansa da samimiyeti etkileyicidir. Kısa öykünün kısıtlı olanakları içinde yarattığı biçemle diğer yazarlardan ayrılmayı başarır. Ölümünün ardından daha da ilgi görür öyküleri, genç yazarların eğildiği adlar arasına girer.
Öykülerine dair bir soruya “Okurda bir beklenti yarattığım ve bu beklentiyi karşılamadığım gerçek” diye yanıt verir.
  Carver öykülerinin işaret ettiği toplu iğne başı gibi küçük bir yara olsa da okura gösterilmek istenen derindeki büyük sancıdır. Sarsıcı olaylar yoktur onun öykülerinde, dil bir cila gibi anlatıyı etkili, görünür kılmak için kullanılır, yazara farklı olanaklar sunan edebi sanatlara neredeyse hiç yanaşılmaz, tıpkı yaşamın içinden seçip aldığı sıradan ayrıntılar gibi öykü bileşenlerini birbirinin önüne geçirmeden nahif bir dünya sunar okura.
Akşam Okulu adlı öyküde “kendi ailenden biri tarafından aldatılmak işte sana gerçek kâbus” cümlesi üzerine oturttuğu anlatısını, sıradanın görünmezliğiyle, taraf olmanın keskin sınırlarında gezinmeden aktarır. Öyle ya günlük koşturmacanın içinde hepimiz birer “kör”e dönüşmez miyiz?  Öykü anlatıcısının derinleşmiş kırgınlığı önemsiz bir mesele yüzünden açık edilir. Alıştıklarımızın, her gün tekrar ettiklerimizin arasında mıdır derindeki karanlığın izi. Yaşamın toplamı onulmaz yaralar açmıştır da içimize, onu görünür kılmak incecik bir sızıya mı bırakılmıştır. Evet, Carver ‘in öykülerinde onu görünür kılmak incecik bir sızıya bırakılmıştır. Peki, bunları görmek ayrı bir göz geliştirmeyi gerektirir mi? Onun kahramanları bu göze sahiptir ve yaralarını teslim olmuş, vazgeçmiş bir edayla okura gösterirler. O ince sızıyı okura bulaştırdıktan sonra dönüp giderler sıradanın içine,  aynı hayata karışırlar. Parçaları birleştirmek okura kalır, mutsuzluğun uzaktan göründüğü kadar anlık olmadığını hemen hisseder okur, yazarın becerisi de buradadır. Işıltılı sahneler kurmadan, sarsıcı olaylar anlatmadan yapar tüm bunları.
“Lütfen sessiz olur musun, lütfen?” adlı kitapta yer alan öykülerde yoksunlukların, yoklukların, kadın- erkek ilişkilerinin, insanlık durumlarının, gençlik duygularının ağırbaşlı bir tutumla öykü dünyasına taşındığına tanıklık eder okur. Kiminde zaten işsiz olan bir adama elektrik süpürgesi satabilmek için eve girmenin yolarını arayan bir satıcının dramı; kiminde karısı tarafından aldatıldığını düşünen adamın, insan olmanın büyülü sınırlarında dolaşışı; kiminde yalnızca geçim sıkıntısı yüzünden çekilen acılar, kiminde ilk gençlik yıllarına özgü cinsel açlık ve yabancılaşmaya ortaklık ederiz. Bir öyküsünde de okura tatlı bir oyunda eşlik ederek “Bunu anlatmak, doğru anlatmak için bir Tolstoy gerek” dedirtir kahramanına. Kimi durumların yazarların gözünden daha doğru anlatıldığına bir övgüdür bu cümle, bir yanıyla cümleyi kurdurttuğu karakterin kişiliğini açık ederken bir yanıyla sevdiği yazarı selamlar Carver. Yine aynı öyküde “yazarları bilirsiniz…”dedi Mrs Morgan, Paula’ya “abartmayı severler…”“Kalemin gücü”  dedirtir. Keskin çıkışlar yer bulamaz Carver’in yazın dünyasında, bir eliyle var ettiğini diğer eliyle yıkıverir, çoğunluk, bu kafa karışıklığı öğretilmişe aşina okuru uyanık tutmanın yollarından biridir, sızı hissettirilse de varılan sonlar pek de öyle alışılmış değildir.
Carver okumak adına yaşam dediğimiz o büyük bilinmezin göstermeden içimizden eksilttiklerine bakmak, nahif bir dünyanın parçası kılınarak da güçlü sesler çıkarabilmek, ayrıntıların kurduğu sarsıcı sonlara ulaşmak, bir yazarın kalbini sevmeyi öğrenmek ve “Tanrım, bize yardım eder misin, Tanrım?” diyenlerin seslerini duymaktır.  

 Bu yazı Notos Haziran Temmuz 2012  sayısında yayımlanmıştır.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Kitaplara Dair...


Yazarlar söyleyişler: Kontrol Kalemi

Yazıya gönül verenler gayretli bir miço gibi yerleri temizleyip paspas atmakla başlarlar işe. İlk ürünler dergilerde yayımlanmaya başladı mı hevesle haykırırlar okyanus ortasından “Kara göründüüüüüü!” İşte tam da o günlerde öğrenmek istedikleri, silueti belirmiş olan karada, fenerli ya da fenersiz dolaşan düşlerinin yazarlarının ne yiyip ne içtiği, nerelerde gezinip, kimlerle hasbihâl ettiği, kimi görünce yüz çevirdiği, neler okuduğu, yanından ayırmadığı defterine hangi notları düştüğüdür. Daha karaya ayak basmadan kimlerin izlerinin sürüleceği özenle hesaplanarak ince pusu ayarları kontrol edilir. Bu çabanın içinde gelişme, o dünyayı tanıma arzusu saklıdır.
 Murat Yalçın tam da bu yanımızı eyleyen bir e-kitap yayınladı geçenlerde. Kendine kalırsa  “öbür elinden çıkan” bir ardına bakış derlemesi… Edebiyatın, çoğunluk göbeğinde geçmiş yıllarını 1000 nottan oluşan, yine kendi yorumuna göre “cellat” söyleyişlerde derleyip topladı  bir e-kitabın sayfalarında… Bunlara günlük demek pek yerinde olmaz sanırım, deneme tadında fakat biçim ve üslup açısından öykücü Murat Yalçın imzasını taşıyan etkileyici alımlamalar… Anlatmak istediklerini eveleyip gevelemeden, alnının ortasından mıhlayan, sözcük seçme becerisi kıskanılası, bir de öyküleriyle kardeş benzerliği taşıyan söyleyiş güzelliği…  270. notu okurken Konuşmasak da olur adlı öykü hemen sıyrıldı zihnimdeki yerinden, notların çoğundaysa benim için vazgeçilmez öykülerden olan Hat:taa ‘nın yazarının dokunuşlarını gördüm;
Hat:taaa…
1976: Uzağın uzak olduğu zaman.
Amcam:Kavuniçigemilitükenmezkalem.
Babam: Büyük Atlas
Ben: Görmüş geçirmişlerin aslında züppeliklerle dolu hayatlarına gıpta eden “Haritada bir Nokta.”Et,ot,kuzu ve kurdu aynı sandalla karşı kıyıya geçiremeyen. Hayatını bezdirici dolaylamalarla bezeyen.
“Sen, gemisi kalemine tutsak düşmüş adam, sen, üstümüze mürekkep sıçratan, zifos, sen, sesimizi kendi sesine kurban eden densiz, sen uzaklardan uzak adam, sen, harflerin karnında yaşayan cenin, sen, kıyılarda başını kuma gömen aymaz, sen, kıyısız adaların sürgünü, sen, yalçın dağların efendisi, sen, mağara örümceği, kimin hikâyesini kime anlatıyorsun” demezler mi? *
M. Yalçın Kontrol Kalemi’nde edebiyat dünyasının kendi içine kapalı hırslarından, kavgalarından, dostluklarından, az da olsa tatlı paylaşımlarından dem vuruyor sıklıkla. Yalnızlığını korumak için en zorlu silahları kuşanmış, hüzünlü bir yazarın iç dünyasına alıyor bizi. Bir yanı yazının coşkusunu yaşarken, bir yanı yorgun,
194. not
"Dünyaya böyle çıplak bakılabileceğini bilmezdim. Ama beni asıl ürküten benden başkalarının da olması.”
719.not
 “…Varlığımla yokluğum arasında bir ayrım bulamamanın burukluğu dolduruyor içimi…”
Bir yazarın kendine ve insana eğilişiyle vardığı noktayı, ölümün yazgıyla sarhoş edici ortaklığının dayattığı hiçliği, Bilge Karasu, Can Yücel, Sezai Karakoç’la paylaşılan kimi hüzünlendiren, kimi gülümseten anıları bulmak mümkün Kontrol Kaleminde.  Onlarca aforizma Murat Yalçın’ın kitaplarla kurduğu yoldaşlığın vazgeçilmezliğini hissettiriyor. Bir kendinden bir sevdiği yazarlardan alıntılarla, karanlıkta duran fotoğrafları ışık çakımlarıyla birleştiriyor. Bu kesintili aktarım kendi içinde bütünlenen bir resmi seriyor gözlerimizin önüne. Sevdiği yazarları ölümlerinin ardından, bıraktıklarını sesleyerek yaşatıyor. Arada, oğlunun tatlı, çocuk dünyasından, ona bakışını yine ironik bir anlatımla aktarıyor. Roman, öykü kıyaslamalarına yanıt veriyor. Geçmişte tanıdığı yazarlarla bugünkülerin edalarından dem vuruyor. Yazın piyasasından gelen bıkkınlığı sesliyor;
"Yazar soruları sormayın bana avlayamazsınız, tavlayamazsınız, bağlayamazsınız..."
Altını çizemediğiniz, kesip yapıştıramadığınız tamı tamına 1000 not. Bu e-kitap iyi hoş da böyle çoğunluğu paylaşma isteği doğuran metinleri kesip paylaşamadığınızda çıldırtıcı olabiliyor.
Kontrol Kalemi’ni okumak,
280. not
“Bir gözüyle ağlayıp öbürüyle gülenler dünyası” Muratis Yalcinis
 "Her yazı kendiliğinden faniliğin hüznünü taşır."
diyen bir yazara eğilmek, kederlenmek bolca…
  269.not
Bir sabah ben uyurken, güneş kendiliğinden doğmuş üstüme…Görmedim, uyandığımda annem söyledi. Onun söylediği her şeye hemen inanırım, yoksa çoktan kapatırdım bu olayı.
Bunların “Başıboş anlarda tutulmuş gelişigüzel notlar olduğunu” söylese de yazarımız, inanmamalı bu sözlere ( o kör) okur.

 Bu yazı Notos Nisan Mayıs 2012 sayısında yayımlanmıştır

6 Mayıs 2012 Pazar

Kitaplara Dair


 Ortadoğu’nun Parlayan Yıldızı: Etgar Keret

Etgar Keret dilimize çevrilen Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü ve Buzdolabının Üstündeki Kız adlı kitaplarıyla öykü okurlarını sıradanın dışına çekerek; yalın, çarpıcı ve kısa metinleriyle buluşturuyor.  Okurun tüylerini diken diken eden sonları kimi zaman tatlı bir ironiyle, kimi zaman kendi yarattığı yazınsal gerçekliği insani, çocukça bir duruşla inkâr ederek, ettirerek ters çeviriveriyor. Tam da içinde yaşadığımız çağa uygun kısa kısa öyküler yazıyor; hayata, hepimizin durduğu yerden baksa da onun içinden çekip aldığı ayrıntılarla yarattığı kurmaca dünyalar, yeni kapıları işaret ediyor.
 İsrailli olan yazar kimi öykülerinde yaşadığı coğrafyanın kanlı tarihine yaslanarak; savaşı, kini, hasım olmayı sorgulatıyor. Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü adlı kitabındaki Emniyet Mandalı Açık adlı öyküde silahını ortaya bırakarak tarafları eşitlediğini,  kefiye takarak düşmanıyla yer değiştirdiğini düşünen bir asker koyuyor karşımıza. Düşmanını alt etmenin tek yolu ona benzemek;  ona kendinin, kendine onun gözlerinden bakmak… “Çünkü ben şimdi o’ yum ve elinde tüfekle o da ben. Annesi ve kız kardeşleri Yahudilerle düzüşecek, arkadaşları hastanede bitkisel hayat yaşayacak, o tüfekli bir göt gibi karşımda dikilecek ve elinden hiçbir şey gelmeyecek. Nasıl kaybedebilirim ki” bu fotoğraf Angelopoulos’un unutulmaz filmi Ağlayan Çayır’daki bir sahneyi anımsatırken yeni kodlamalarıyla şekillenir zihnimizde... Ağlayan Çayır da sarılabilmek için kısa bir süre de olsa silahlarını bırakıp miğferlerini çıkaran iki asker vardır ve bu davranışları, sarılabilmek, barışa yol vermek için silahların bırakılması gerektiğini düşündürür izleyene. Keret’te ise çaresizliğin, dayatılanlara direnmenin yollarından biridir bu değişim ve kendini yok etmenin yolu karşısındakinin gözlerinden bakarak kendini düşman kılmaktan geçmektedir.
Yine aynı kitaptaki Ayakkabılar adlı öyküdeyse savaşların devrettiği hasım olma mirasını bir çocuğun dünyasından, etkileyici bir kurguyla aktarır. Soykırım Anma Gününde Yahudi Müzesine sınıfıyla birlikte götürülen oğlan çocuğunun, Almanların ürettiği kaliteli spor ayakkabıların kendisine hediye edilmesiyle yaşadığı insani karışıklığı, yine kendine has bir bakışla kurmacaya taşır Keret. Yaşananların tüm taraflarını, bugünden bakarak, küçük taş parçaları gibi avcuna toplayıp aynı anda yere saçar, kimin nerelere savrularak, kimlerle yan yana düştüğünü yorumlamaksa okura bırakılır.
 “Sis” adlı romanındaki kahramanlarından birine “Gülmek trajediye hazırlanmaktan başka bir şey değildir” dedirtir Unamuna.  Keret’in öykülerini gülümseyerek okusanız da “Gülmek trajediye hazırlanmaktan başka bir şey değildir” onun metinlerinde.
Genç kuşak yazarlar arasında kendine has ironi ve mizah anlayışıyla öne çıkan Keret günlük yaşamda ayrıntıları yepyeni bağlarla kurgunun dünyasına taşır. Türkçeye çevrilen ikinci öykü kitabı Buzdolabının Üstündeki Kız’ da yer alan Kal adlı öyküsünde, kal dediği anda herkesi olduğu yerde durdurarak tüm istediklerini yaptırabilen, kal dediklerini koşulsuzca kendi kölesi kılan bir kahramanı koyar önümüze. Arzuladığı tüm kadınlarla, onları kendi dikte ettiği sözleri söyleyen robotlar haline getirerek doyuma ulaşan bir erkek.  Çoğu zaman hepimizin aklından geçenlerin Keret’in yazın dünyasındaki yerini görmek keyif verici olabilir. Yine aynı kitapta “hiç”ten yapılmış bir adamı seven kadın öykü kahramanının macerasıysa benzer bir yorgunluğun izinden yürür; ikili ilişkilerin karmaşıklığı.
Suya sabuna dokunmadan kendi dünyasını kuran öykü yazarlarından değil Keret, zorlamayı, yeni okumalar yapmayı, yok sayılanları metinlerine taşımayı seviyor. Küfür, onun öykülerinin önemli bir bileşeni, bütünlüğe uzanan kollardan biridir. O da bunu görerek yaşamın içindekileri yan yana getirir metinlerinde… Aslolan kurmacanın gerçekliğidir.
Huzurlu, naif dünyalarda geçen öyküler arayanlar Keret’te umduğunu bulamayacaktır elbet. Çocuklar için düzenlenen bir doğum günü eğlencesinde, şapkadan, ucundan kan damlayan kesik bir tavşan başı çıkaran kaç, kurmaca kahramanı, sihirbaz vardır?
Gülmek gerçekten de trajediye hazırlanmaktır Keret okurken.
Bu yazı Mart 2012 kitap-lık dergisinde yayımlanmıştır.

15 Nisan 2012 Pazar

Kitaplara Dair


Sarsıcı Bir Tanışma: Güzellik Salonu
Mario Bellatin
Notos Kitap
54 sayfa
  Mario Bellatin’in Türkçeye çevrilen ilk kitabı Güzellik Salonu “Birkaç yıl oluyor, akvaryumlara olan ilgim beni güzellik salonumu rengârenk balıklarla süslemeye yöneltti. Bu günlerdeyse, salon, son günlerini geçirecek yeri olmayanlar için bir Ölüm Evi’ne dönüştüğünden…” diye başlıyor. Bu çarpıcı giriş okura, bildik bir metinle karşı karşıya olmadığını hissettiriyor. Anlatılanlar akvaryum ve balıklarmış gibi dururken geride, daha sarsıcı olanın varlığıyla irkiliyoruz; bir ölüm evine dönüşen güzellik salonu. Buraya kadar zihnimize çizilenler yazarımızın üslubunu duyuran yakıcı bir ilk nefes. Kalbimiz onun anlatımıyla iğnelenmeye hazır.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Kitaplara Dair

Sazende Şunkin
Cuniçiro Tanizaki


Cuniçiro Tanizaki, Uzak Doğu’nun rüzgârını yaşadığı kültüre yaslanarak, şaşırtıcı öykü kişileriyle okura taşıyor. Seçimlerini saplantıya dönüştüren başat kahramanları, gerilim yüklü bir atmosfer ışığında etkileyici kılıyor. Yazarın Poe’ dan etkilenmiş olduğunu bilmekse kaleminin beslendiği damarları kavramamıza yardımcı oluyor.

3 Ocak 2012 Salı

"Parasız Yatılı"

Kırkıncı Yıl, Parasız Yatılı, Yoksulluk

Sözcükler kuşandıkları dünyayla vardır. Kimileri tatlı bir bahar habercisi usul, yumuşak; kimileri tahakkümün simgesi… Kimileri bir yazgı gibi ömürlere işlenen acıların habercisi, bellek mirasçısı…
Peki ya siz, şimdi uzaklarda kalmış beyaz yaka, karatahta günlerinde, yoksul çocukların ömürlerine bir piyangoymuş gibi kazınan parasız yatılı sınavlarına ağarık bir kara olan önlükleriyle erkenden gelerek -Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir-girdiklerini/ girdiğimizi/ girdiğinizi hatırlar mısınız? Parasız ve yatılı sözcüklerinin yan yana gelince yoksul sözcüğünün kan kardeşi olduğunu…
Sözcükler gerçeğin solgun görüntüsü, kimi yazarlarsa karanlık avcısı.
Uzun zamandır dönüp dönüp okuduğumuz Parasız Yatılı, Türk Edebiyatı’ndaki sarsılmaz tahtını mütevazı bir duruşla korumaya devam ediyor. Bilinçli bir ağırbaşlılıkla aktarılan öyküler, dilin gücüyle soluk alıyor. Ne mutlu ki zaman, yazın heveslisi bir okur gibi yanını yöresini temizleyip daha da görünür kılıyor bu güzel öyküleri. Yıllar önce okurla buluşan bir ilk kitap hâlâ izini sürüyor eksik, yoksul insanların.
Birbirinden farklı yaşamların hüzünlü bir uzaklıkla anlatıldığı öyküler yalnızlık, sevgisizlik ve yoksulluğun kapısına oyulan bir göz gibi…
20 Nisan. Güneşli bir hava. Ama neye yarar?
 21 Nisan. Güneşli bir hava. Ama neye yarar?
22 Nisan. Güneşli bir hava. Ama neye yarar?
Ben de meraklı bir okur olarak dayıyorum gözümü küçük deliğe; itilmiş kadınların kendi içlerine büyüyen mutsuzluğuna, çaresizliğine, kibrine tanık oluyorum. Sarı pirinç Fransız karyola, kuzine sobanın kurulduğu kocaman mutfak, baklava pırlanta yüzük, damla küpeler, patiskalar, bağda buğulu buğulu duran razaki, misket, çavuş üzümleri, mangal, maltız… Ayrıntılarla derinleştirilen mekânlarda kahramanlarımın kaderlerini daha iyi kavrıyor, onları daha yakınımda buluyorum. Ve bazen mutfak penceresinden görünen bir nehir sözcü oluyor yoksulluğun yazgı kıldıklarına. Genç bir kızın sahipsizliği Yusuf Ağanın erimiş, adaleli, sarkık karnının ağırlığı tüm bedeninde kayıyordu sanki ”cümlesiyle zehrini akıtıyor içimize. Nehir kuduruyor “Yağışlardan o yıl nehir iyice kabarmıştı. Şişmiş hayvan ölüleri suyun dönüşlerindeki köşelere takılıyordu. Bunlar büyükbaş hayvanlardı.” Yusuf Ağanın nehirde sürüklenen büyükbaş hayvanlardan biri olduğunu mu düşünmek istiyoruz. Yoksa körpe bedenin diğer sesleri çoğaltarak unutmaya çalıştığı erimiş, adaleli, sarkık karnın ağırlığının üzerinde kayıyor oluşu mu?
Ellerimi dayayıp gözümü yasladığım kapının ardında çoğunluk anneler, kayınvalideler, küçük çocuklar gördüğüm, öyle ya moda deyimiyle “en zayıf halka” onlar. Çizilen karanlıkta hemencecik yolunu yitiren, ağırlıksız olanlar. Kimi, yaşadığı yerleri bırakıp gelen, yoksulluğa yalnızca onunla katlanılan göçmen bir yenge; kimi, küçük kızıyla bi başına kalan anne. Ne çocuk, ne kendi… Ölüm bir seçenekmiş gibi durur aklında…
Parasız yatılı, adını verdiği öyküde yoksul çocuk için bir kurtuluş, bir yeni yaşam müjdesi olurken, Su Ustası Miraç’ta zengin çocuğun parasız yatılıya girmesi ailesi tarafından bir küçümseme, dışlama nedeni olarak görülür. Kitaptaki farklı öykülerde de karşımıza çıkan parasız yatılı bir altını çizme, bir açık etme eylemidir ki bu “Parasız Yatılı” adlı öyküde doruk noktasına ulaşır. Her anlatıda bambaşka hayatların içinde duran bu sözcükler okuru yine aynı kapıya çıkaracak, yazarın dilinde yoksulluğu açık eden en önemli gösterge olacaktır.
Öyküler anlatı zamanına uygun sözcük seçimi ve incelikli ayrıntılarla siyah beyaz bir film karesinden akıyormuş izlenimi yaratılarak aktarılır. Yalın bir dil, ayrıntıcı gözlemin ürünü atmosfer, evrensel acılarımız üstünde yükselen anlatılara ortak eder bizi… Bunca acı böylesi bir naiflik içinde nasıl anlatılır derseniz dönüp dönüp dil ve anlatıma bakmalısınız. Tüm bunları kahramanlarına doğru yerden bakarak anlatabilmek, ancak yoksulluğa açılan düşünülmüş, akıllıca bir savaşla gerçekleştirilir. Füruzan da bunu başarmış ”Hayır demenin gerekliliğini bilmezdim ki!” diyenlerin çaresizliğini yazarak “Parasız Yatılı”yı öyküleriyle bir karanlık avcısına dönüştürmüştür.
Gözümü dayadığım yerden ayırıp olduğum yere oturuyorum. Kırk yıldır çoğalan kitabın sayfalarını çevirirken Haraç adlı öyküde, altını siyah kurşun kalemle çizdiğim bölümde kalıyorum.
 Konağın getirine götürüne seni koştururuz. Burada yer içer, efendilerine saygılı, boynu bükük olmayı öğrenirsin…
…boynu bükük olmayı öğrenirsin…
…boynu bükük olmayı…
…boynu bükük…

Bu yazı Kitap-lık Dergisi Eylül 2011 "Füruzan ile 40 yıl" dosyasında yer almıştır.