4 Şubat 2018 Pazar


Absürde yaslı kıpkısa öykuler

Kıpkısa öyküleriyle tanınan Sine Ergün, yeni öykü kitabı Baştankara’da da aynı yoldan yürüyor. Yirmi öykünün yer aldığı kitap gündelik yaşamda akıp giden yakıcı anları daha da görünür kılmaya çalışırken o anlara yeni bir gözle bakmaya çağırıyor okuru.  Ergün'ün önceki öykülerine kıyasla daha uzun sanki  Baştankara’daki öyküler. Atmosferi çatıp ayrıntılarla bezedikten sonra anlara uzanıyor bu defa. Ergün’ün mesele ettiği şeyler sıradanın içinde normalleştirilen sakatlıklar genellikle.

18 Mart 2016 Cuma

Denemeler


USUL YAPILAN BİR İŞTİR YAZMAK

 Öykü yazmaya başladığım ilk günlerde, bir çırpıda sona ulaşmak isteyen, aceleci bir yanım vardı. Kendimi dinlemeyi, aykırı metinler okumayı, yaza-ata ilerlemeyi, yazdığım metni bir kenara bırakıp yeniden bakmayı öğrenmemle bu aceleci tutum azaldı. Usul işmiş yazmak. Bildiklerin ve bilemediklerinle; okuyup unuttuklarınla, eksiltip çoğalttıklarınla yapılan usul bir iş. Geçen gün bir toplantıda; sen yazarsın, bir iki şey karalarsın hemen şuracıkta, denildiğinde şaşırdım. Ne söylemem gerektiğini bilemedim. Bir yanıyla, herhangi bir meseleyi sözcüklerle anlatma işinde usta olduğum düşünülüyordu elbette bu sözlerle, bir yanıyla da yazının -okurun ilgisine sunulacak yetkinlikte bir yazının- daha çok emek işi olduğu görmezden geliniyordu. “Daha çok emektir yazı” diyerek gülümsedim, bir yol açmaktı amacım. Bilemiyorum başardım mı? Yazmak gerçekten emek işi. Kurmaca bir metni özgün bir dille, kendi ışığınla yoğurarak yaratabilmek, senden önce yazılmış olanları okuyup sindirmiş olmakla becerilebiliyor ancak. Yaratıcı yazın daha çok yetenek işiymiş gibi görünse de ilk itkinin ateşleyicisi, yazma edimine karşı bizi kıvrak ve arzulu kılan şey sanırım, yetenek. Yazmaya okuyarak başlandığını düşünüyorum, daha da ileri gidip iyi okur olmanın yenilikçi bir yazar olmayı sağladığını söylüyorum. Tutkulu bir okur en az bir kez kurmaca metin yazmak için kalemi eline alır, hevesle. Asıl hesaplaşma o ân başlar. Devam edebilenler yazıya emek vermek, boza-çize, okuya- yaza yol almak zorunda olduklarını sezer bir süre sonra. İyi okurların hepsi yazar olur, demek istemiyorum elbette ama her yazar kitaplarla hemhâl olmuş iyi okur mertebesine ulaşmış olmalıdır bana kalırsa. Aksi takdirde ne yazılır, nasıl yazılır, yazabilmek nasıl öğrenilir ki? Sarsıcı başlangıçlar, kuşatan, öykünmemize yol açan yazı kalkışmaları nasıl olur? 

Örneğin yazarları vardır o iyi okurların, o yazarların kitaplarını ellerine aldıkça yazma cesareti kazanır, satırlar arasında gezindikçe oturdukları yerde silkinip bir iki şey karalamak isterler küçük not defterlerine. İçlerinde uyumakta olan bir şeyi uyandırır sanki o kitaplar, karanlığa gömülü bir odayı saniyeler içinde yalayarak geçen ışıktır sözcük dizgeleri. Yazarken izlenecek yolları, bir meselenin yalnızca atmosfer kurularak da anlatabileceğini, kurmacanın gizli matematiğini, dilin sonsuz varyasyonlu bir bahçe olduğunu, gündelik hayatta defalarca kullanılan sözcüklerin bambaşka bir dizgede yer aldığında nasıl da derinlere işlediğini duyumsamanızı sağlarlar.  

Yazmak, yaşamı, insan olma durumunu anlamaya çalışarak ilerlenen bir yolsa, bu yolda kendi dilimizi ararken koynumuzda saklı birkaç büyülü metnimiz, adını mıh gibi aklımızda tuttuğumuz yazarlar olmalı mutlaka. Ne zaman tıkansa kalemimiz ya da ruhumuz bir kuytuya çekilip elimizi usulca koynumuza sokmak için.

Onat Kutlar’ ın Yunus adlı öyküsünü okuduktan sonra incelikle kurulan atmosferin her şey demek olduğunu nasıl bilmez insan? Sözcüklerle çizilen kasvetli kasaba evinin, kahramanlarla harmanlanan hikâyesi okuru iliklerine kadar kedere boğarken, bu irkiltici kaleme nasıl hayran olmaz? “Hatta içimdeki bütün o boşluk kuyularının anlam kazandığını, bir varlığa dönüştüğünü duyar gibi oluyorum” diyen bir çocuğun, geceyi ölümle denk tutan bakışına ve sonunda o ölümle yüzleşmesine… Bu kısacık, birkaç sayfada anlatılıp bitirilmesine rağmen okuru derinden sarsan anlatıma bakıp nasıl şaşırmaz yazı heveslileri? Taş avluda tıkırdayan takunya sesini, ahırda kişneyen atı nasıl duymaz? Dışarda artan ayazın pencereye çizdiği zambakları, sobalı evlerde yaşamış biri nasıl birden bire anımsamaz?  Yazmanın usul iş olduğunu ta içinde nasıl hissetmez? Zulasına Yunus’u atanlar, sık sık o öyküyü gizledikleri yerden çıkarıp okuyacaklardır. Bir yazarın sırrına ermek isterseniz, üşenmeyin; onun metinlerini alıp aynısını yazın boş bir kâğıda, yazdıkça yazdıkça onun kaleminin sırrına erişme ihtimaliniz var, diyen büyüğümün sözleri sıkça kulaklarımda çınlar. Birgün erinmeyip Yunus’u yazacağım baştan sona, defalarca, yazı çoğunlukla emektir, okumakla başlayan usul yapılan bir iştir demek için. Ne dersiniz?

*Onat Kutlar, İshak, YKY, Eylül 2009, s45

Bu yazı Dünyanın Öyküsü Dergisi'nde yayımlanmıştır.

1 Ekim 2015 Perşembe

kurmaca biyografiler: NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (16)

kurmaca biyografiler: NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (16):                                                                           fotoğraf İmge Su Eroğlu Kendi Karanlığına Dokunmak Yazıya he...

26 Haziran 2015 Cuma

KİTAPLARA DAİR

 Sözcüklerin Kaleydoskopu: İs Odası

Belli, sezdirmekte usta bir yazar var karşımızda, doğrudan anlatmaktan hoşlanmayan, yarattığı dili usul, sapasağlam ören, boşluklar bırakarak okuru çağıran, kahramanlarını kiminde bir lunaparkta, kiminde küçük bir kasabada, kiminde İstanbul sokaklarında gezdirirken neşeli, kederli öyküler kuran…  Bugünde duran sancılı bir ânın derinlerini sözcüklerle işaret etmek isteyen, bunu da rahatlıkla başaran bir yazar.
Doğan Yarıcı’nın yeni öykü kitabı İs Odası iki bölümden oluşuyor. Âli’yle konuşmalar adı verilen ikinci bölümde kısacıklar yer alırken, ilk bölümde on sekiz öykü var.  Kitabın açılış öyküsü Umami’de endoskopi masasından çocukluğun uzun, karanlık koridoruna uzanır anlatıcı.  Üniversite hastanesinde, kadavraların yatırıldığı morgun yanındaki mutfakta çalışan babasına ulaşmak için aşmak zorunda olduğu, çocuk aklını ölüm korkusuyla dolduran bir koridor bu. Ona göre kara, uzun, upuzun, onu içine çekecek bir hortum gibi korkunç, bir koridor. Neyse ki gözü kapalı geçilmesi gereken karanlığın sonunda güzel şeyler bekler anlatıcımızı. Ölüm ürpertisini her adımda hissettiren loş koridor aşıldıktan sonra onu sevgiyle bağrına basacak bir baba, keyifle önüne koyulan yemekler vardır. Çocuk aklıyla ölümden kaçmayı başardığı yolun sonuna varmasıyla hak edeceği yemekler. İşte bu yüzden karnıyarık ölümü anımsatır ona. Endoskopi masasında, içine gönderilecek hortuma bakarken de aynı yakıcı korku vardır anlatıcımızın içinde ve o yakıcı korkunun ondan koparıp aldıkları; annesi, babası, teyzeleri, dayıları ve çocukluk. Yaşlanmış, kamburu çıkmış bir yetişkin olarak yattığı masada çocukluğu da ölümün ondan aldıklarına eklemiş olması, ince bir sızı düşürür okurun içine. Bir cümle, bir nefes yazılmış sanki öyküler. Yazmanın her şeyden çok emek olduğu özenle örüntülenmiş dilden anlaşılıyor. Öykünün asıl meselesini bir okuyuşta anlayıp çıkarmak da zor. Bozulup parçalanmışları bulup uç uca eklemelisiniz. Endoskopi hortumu ve karanlık koridor arasında yaratılan ölüm metaforunu bulmak zorundasınız. Ne garip, okura bunca yoğun el uzatıp onun tamamlayacaklarıyla bütünlenen bir öykü nasıl oluyor da bu denli etkileyici, ilk okumada vurucu oluyor? İşte bu sorunun yanıtı Yarıcı’nın üslubunda, okuru saran incelikli anlatımda, alt okumalara açık cümlelerde, şiire gönül vermiş bir yazarın elinden dökülen sözcük dizininde. Has okurun, okuma ayinlerine bir daha, bir daha taşınacak öyküler bunlar. Daha şimdiden Umami’yi kaç kez okudum, kaç ince ayrıntıyı yenice buldum desem ilginiz artar mı?
İs Odası’nda aurası ölüm olan öykü çok, tıpkı insan ömrü gibi. Kitabın sevinci en bol öykülerinden olan Zabıt bile günebakanları aşıran çocukların bir tavuskuyruğu gibi artlarında taşıdıkları coşkuyla açılırken, ölümün araya girişiyle bu duygu adım adım sönüveriyor.
Dilin incelikle örüldüğü, tam kararında metinler yaşama sevincinizi çoğaltan birer armağan. Satır arasında mesele edilen o güne dek bilmekten yorgun düştüğünüz keder yüklü insanlık halleri de olsa, iyi kitaplar kucağınıza bırakılan kaleydoskoplar. Ana malzemesi sözcük olan bir kaleydoskop bu. Dayayın gözünüzü, başka başka çiçeklere dönüşebilmelerine bakın. Bir çırpıda dünyayı değiştiremezler, zaten böyle bir dertleri hiç olmamıştır, onlar okur dalgınlığınıza sızıp, hayata bakışınızı değiştirirler siz bilemeseniz de.

Öykünün büyülü kollarında keyifli okumalar.

Bu yazı Notos'ta yayımlanmıştır.