1 Ekim 2015 Perşembe
kurmaca biyografiler: NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (16)
kurmaca biyografiler: NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (16): fotoğraf İmge Su Eroğlu Kendi Karanlığına Dokunmak Yazıya he...
26 Haziran 2015 Cuma
KİTAPLARA DAİR
Sözcüklerin
Kaleydoskopu: İs Odası
Belli, sezdirmekte usta bir yazar var karşımızda, doğrudan
anlatmaktan hoşlanmayan, yarattığı dili usul, sapasağlam ören, boşluklar
bırakarak okuru çağıran, kahramanlarını kiminde bir lunaparkta, kiminde küçük
bir kasabada, kiminde İstanbul sokaklarında gezdirirken neşeli, kederli öyküler
kuran… Bugünde duran sancılı bir ânın
derinlerini sözcüklerle işaret etmek isteyen, bunu da rahatlıkla başaran bir
yazar.
Doğan Yarıcı’nın yeni öykü kitabı İs Odası iki bölümden oluşuyor. Âli’yle
konuşmalar adı verilen ikinci bölümde kısacıklar yer alırken, ilk bölümde
on sekiz öykü var. Kitabın açılış öyküsü
Umami’de endoskopi masasından
çocukluğun uzun, karanlık koridoruna uzanır anlatıcı. Üniversite hastanesinde, kadavraların
yatırıldığı morgun yanındaki mutfakta çalışan babasına ulaşmak için aşmak
zorunda olduğu, çocuk aklını ölüm korkusuyla dolduran bir koridor bu. Ona göre kara, uzun, upuzun, onu içine çekecek bir
hortum gibi korkunç, bir koridor. Neyse ki gözü kapalı geçilmesi gereken
karanlığın sonunda güzel şeyler bekler anlatıcımızı. Ölüm ürpertisini her adımda
hissettiren loş koridor aşıldıktan sonra onu sevgiyle bağrına basacak bir baba,
keyifle önüne koyulan yemekler vardır. Çocuk aklıyla ölümden kaçmayı başardığı
yolun sonuna varmasıyla hak edeceği yemekler. İşte bu yüzden karnıyarık ölümü
anımsatır ona. Endoskopi masasında, içine gönderilecek hortuma bakarken de aynı
yakıcı korku vardır anlatıcımızın içinde ve o yakıcı korkunun ondan koparıp
aldıkları; annesi, babası, teyzeleri, dayıları ve çocukluk. Yaşlanmış, kamburu
çıkmış bir yetişkin olarak yattığı masada çocukluğu da ölümün ondan aldıklarına
eklemiş olması, ince bir sızı düşürür okurun içine. Bir cümle, bir nefes yazılmış
sanki öyküler. Yazmanın her şeyden çok emek olduğu özenle örüntülenmiş dilden
anlaşılıyor. Öykünün asıl meselesini bir okuyuşta anlayıp çıkarmak da zor.
Bozulup parçalanmışları bulup uç uca eklemelisiniz. Endoskopi hortumu ve
karanlık koridor arasında yaratılan ölüm metaforunu bulmak zorundasınız. Ne garip,
okura bunca yoğun el uzatıp onun tamamlayacaklarıyla bütünlenen bir öykü nasıl
oluyor da bu denli etkileyici, ilk okumada vurucu oluyor? İşte bu sorunun
yanıtı Yarıcı’nın üslubunda, okuru
saran incelikli anlatımda, alt okumalara açık cümlelerde, şiire gönül vermiş
bir yazarın elinden dökülen sözcük dizininde. Has okurun, okuma ayinlerine bir
daha, bir daha taşınacak öyküler bunlar. Daha şimdiden Umami’yi kaç kez okudum, kaç ince ayrıntıyı yenice buldum desem
ilginiz artar mı?
İs Odası’nda
aurası ölüm olan öykü çok, tıpkı insan ömrü gibi. Kitabın sevinci en bol
öykülerinden olan Zabıt bile
günebakanları aşıran çocukların bir tavuskuyruğu gibi artlarında taşıdıkları
coşkuyla açılırken, ölümün araya girişiyle bu duygu adım adım sönüveriyor.
Dilin incelikle örüldüğü, tam kararında metinler yaşama sevincinizi
çoğaltan birer armağan. Satır arasında mesele edilen o güne dek bilmekten
yorgun düştüğünüz keder yüklü insanlık halleri de olsa, iyi kitaplar kucağınıza
bırakılan kaleydoskoplar. Ana malzemesi sözcük olan bir kaleydoskop bu. Dayayın
gözünüzü, başka başka çiçeklere dönüşebilmelerine bakın. Bir çırpıda dünyayı
değiştiremezler, zaten böyle bir dertleri hiç olmamıştır, onlar okur dalgınlığınıza
sızıp, hayata bakışınızı değiştirirler siz bilemeseniz de.
Öykünün büyülü kollarında keyifli okumalar.
Bu yazı Notos'ta yayımlanmıştır.
Bu yazı Notos'ta yayımlanmıştır.
23 Mayıs 2015 Cumartesi
KİTAPLARA DAİR
İncelikli bir ilk
ses: Limon Yağmuru
Emrah Öztürk’ü kitap-lık dergisinde yayımlanan öyküleriyle
tanıdık. Çocukluğu, her an dönüp karıştırılan bir heybe gibi sırtında taşıyan Kıbrıslı
bir yazar. Onun yazı dünyasına girmek,
ne yapsak sırtımızdan inmeyen o heybeyi karıştırmak biraz, çocuk dünyasının kırılgan,
puslu evrenine bakmak. Limon Yağmuru’nun içinde yer alan
öykülerin çoğunda çocuk olma durumunun korkularından, acılarından dem
vuruluyor. Bu durum kimi öyküde şöyle bir görünüp kaybolurken kimisinde hikâyenin
kendisi oluveriyor.
Bir yanıyla hüzünlü,
bir yanıyla oyunbaz öyküler yan yana durmakta kitapta. Yazmanın ön
koşullarından birinin, kurmaca gerçekliğini sapasağlam çatmakta olduğunu bilen
bir yazar var karşımızda. Kitaptaki hemen her öyküde etkili, okuru mesele
edilen şeyin kalbine çeken bir atmosfer yaratılmış. Sıcak, kertenkeleler,
bunaltıcı evler, basık odalar, usul usul sonuna varılan olayı tamamlayan küçük
ayrıntılar… Öztürk’ün öykülerinin önemli bir bölümünde geçmişe bugünden, geride
kaldığı gerçekliği okura sezdirilerek, puslu bir uzaklıktan bakılıyor. Bu pusu
yaratmayı başarıyor yazar, sanırım bunlar yüzünden arka kapak yazısında Onat
Kutlar’ın incelikli anlatımının izinden yürüyen bir kalem olduğu vurgusu
yapılıyor. Kutlar’ın atmosfer çatmadaki başarısı düşünüldüğünde sonraki
kitapları ilgiyle beklenen bir yazar olmayı başarıyor Öztürk. Kitapta yer alan
öykülerin adları sıradan bir cümlenin içinden çekilmiş birkaç sözcük gibi,
şiirsel, alt okumalara açık bir söyleyiş yok bu adlarda. Anneee, Makas, Hafif Ezilmekte…
Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere yalınlığıyla dikkat çekiyor öykü adları.
Çocuk dünyasının merkeze çekildiği öykülerden Anneee ‘de çocukluk korkuları mesele
ediliyor. Ev ahalisinin derin uykuya geçtiği saatlerde öykü anlatıcısının tüm
dünyasını sarsarak ama sessizce yaşadığı korkular, çocuk gözünden
öyküleştiriliyor. Odayı aydınlatan ampulün renginin bile kahramanımızın korkularını
nasıl artırdığı etkileyici bir ayrıntıya dönüştürülmüş öyküde. Gecenin ve
karanlığın çocuk dünyasında çoğalan ürkütücü fısıltılarından söz ediliyor.
Karanlıkta var olan, her gece salona ıssızlık çökünce bir anda ortaya
çıkıveren, televizyon dolabının yanına kıvrılıp yatan canavardan. Anlatıcının,
kendi yatağından kalkıp annesinin yatağına gidişi kadardır öyküleştirilen zaman
ama çocuk olup da o canavarla tanışmayan, kendi yatağından anne yatağına
varılana dek atılan birkaç adımın tedirgin edici uzunluğunu bilmeyen var mı?
Asıl maharet yetişkin gözüyle, çocuk dünyasının gerçekliğini bozmadan, okuru o
korkunun parçası kılmakta değil mi? Bir yanıyla da anımsamak, çocukluğu, çocuk
dünyasını anımsamak Limon Yağmuru. Kitapta
birbirinden uzağa düşen iki anlatım var bana kalırsa.Kimi öyküde de sivri
dilli, duman huzmesinden yola çıkarak insanlığın biriktirdiği yaşamı anlama,
adlandırma deneyimine tatlı bir ironiyle yanıt veren, hin bir yazar var
karşımızda. Leonardo da Vinci, Ingmar Bergman ve Vladimir Puşkin’ den dem
vuruyor. Yaşama, sanata kendi penceresinden bakıyor. Tüm bunları anlattıktan sonra varılan yerde
onca bilginin ışığından süzülen yalınlıkla beleniyor kahraman. Gerçeküstü
anlatı yollarıyla sıçramalar yapmayı da seven Öztürk, ikilemeleri de sıkça
kullanıyor.
Okura kalan, kitabın ilk öyküsünde bir dönemin değişimine
tanıklığını anlattıktan sonra tek arzusunun hikâyeye dönüşmek olduğunu söyleyen
çamaşır leğeni gibi, Emrah Öztürk’ün kaleminde kurmacanın kendisi olmuşken hikâyeye
dönüşmek istediğini söyleyenlerin incelikli anlatımına eğilmek sanırım.
Bu yazı Notos'ta yayımlanmıştır.
Bu yazı Notos'ta yayımlanmıştır.
27 Ocak 2015 Salı
KİTAPLARA DAİR
Mevsim Normali
Sayılamayan Öyküler.
Yirmi bir
kısa öykü sığdırmış Mevsim Normalleri’ne
Neslihan Önderoğlu. Çoğu bir ândan yola çıkarak aktarılan
durumlar, insanlık halleri. Kırık dökük,
izbe mekânlar, engelli insanlar, çocuklar, erkekler, içinde yaşadığımız kültürle
doğru orantılı bir yama gibi taşınan cinsellik. Yaza anlata bitirilemeyen
çarpıklıkların kolaylıkla eksilttiği karanlık yanlarımızın açık edilmesi; yine
en çok kadınlar. Mevsim Normalleri’ndeki
öykü karakterlerinin çoğu orta sınıfa mensup insanlar; kenar mahallelerde
yaşayanlar. Kimi zaman duygulardan azade - engelli bir çocukla sevişme dürtüsü-
okuru sarsarken, kimi zaman yatalak ninesiyle yaşayan delikanlının para karşılığı
bedenini satıyor olması, öykü sonunda delikanlının duygularına yürüyen can
alıcı ayrıntılar, garip arınma yolları... Mevsim
Normalleri’ndeki öykülerin çoğu odağa çektiği duyguyu, durumu sahneler
kurarak okurda derinleştiriyor. Olayın geçeceği mekân, öykü kişilerinin devinimleri
anlatılan hikâyeyle iç içe, adım adım belirginleştiriliyor. Bir tiyatro dekoru
hazırlar gibi kuruyor olayın geçeceği art alanı yazar. Peki, böylesi bir yola
sapmak yazara ne kazandırıyor? Bana kalırsa okurda öyküyü daha gerçekçi
yankılamanın bir yolu bu. Okura anlatılmak istenen için bir araya getirilmiş
ayrıntılar bütünü sunmak. Yaşamlarımızdan seçilen ayrıntıların bir duygu ya da
durumu anlatmak için kurmacada birleştirilmesi... Edebi metin dediğimiz tam da
böyle bir şey belki ama anlatmak istediğim yalnızca fazlalıkların atılması değil
elbette. Kitapta yer alan öykülerin çoğunda hikâye, önemli bir öykü bileşeni
haline getirilen sahnelerle tamamlanıyor. Önderoğlu’nun
sahnelerinin böylesi bir ayırıcılığı var bana kalırsa. Masaj
artı duş yetmiş beş lira adlı öykü iki çocuğu ve annesine bakmak zorunda
olan bir kadının hiç de sevmediği bir işi, masaj salonunda çalışıyor olmasını
ilginç bir yolla anlatır. Kadının sabah uyanmasıyla açılan öykü ev içinden verilen
ayrıntılarla ilerler. Rahatsız bir yün
yatakta, uykusuz geçirdiği gecenin ardından iki çocuğuyla aynı odada yatmakta
olan kadınla tanıştırılır önce okur. Bu girişle kadının toplumsal sınıfına dair
can alıcı ipuçlarını verir yazar. İlerleyen bölümlerde para kazanma
nedenlerinden en önemlileri arasında sayılan yaylı yatak alma ve havı dökülmüş
halıyı kış gelmeden yenileyebilme arzusu, öykü girişinde dillendiren ayrıntıları
daha da geniş bir alana yayarak okurun gözünde resmi netleştirir. Kadının
yaptığı işten memnun olmadığını, artık bir yetişkin sayılan oğlunun kendisine
farklı davrandığını düşünmesinden, bu düşünceyi anlatıcımızın konuşma
bağlamından kopuk, birden bire annesine sorduğu “Oğlan bana ne zamandır soğuk davranıyor sanki?” sorusundan
anlarız. Annenin bu soruya verdiği yanıt daha da can yakıcıdır. Kadının çocuğa
aldığı cep telefonunun onu nasıl mutlu ettiğinden, oğlanın bu telefonu arkadaşlarına gösterirken
çok mutlu olduğundan söz eder anne ve çalışmazsan onları alamayacağımızı
biliyor, der. Masaj salonuna dair fazla ipucu verilmezken, ev içinde akıp giden
olağan bir sabahta anlatıcıyla annesi arasında geçen konuşmalardan ve
kahramanımızın verdiği küçük ayrıntılardan kadının işi, geçmişi ve çalışma koşulları
hakkında bilgi edinir okur. Kadının böylesi bir yolla para kazanıyor olmayı
içine sindiremediğini yine öykünün sonunda bir kez daha sorulan sorudan anlarız.
“Anne, çocuklar hâlâ beni seviyor mudur?” Gecenin
Ayazında adlı öyküyse içli bir “aşk” hikâyesini etkili bir yolla okura bulaştırır.
Üç arkadaşın dışarda geçirdiği bir gecenin ardından öykü anlatıcısı kızın
arkadaşlarından birine içten içe beslediği yakınlık sezdirilir. Öykünün sonuna
kadar neredeyse belirsizce anlatılan durum, yine öykünün sonunda gelen soruyla
açık edilir. Böyle bakıldığında daha da iyi kavranacaktır Önderoğlu’nun biçemi.
Mevsim Normalleri’nde yer alan öyküler
birbirinden ilginç adlarıyla da ilgi çekici. Adını sayfalar arasında salınan
insanlık durumlarından aldığını düşündüğüm kitap, mevsim normallerinde
sayılacak insanlık durumlarına mı odaklı acaba? Yoksa çoktan alışageldiğimiz
olağandışı durumların mevsim normali sayılabilecek sürekliliğine mi? Son olarak
okuru çok sayıda, genç öykü yazarıyla tanıştırmış olan Alakarga Yayınları’na küçük bir eleştiri. Bunca emekle hazırlanan bir
kitapta daha iyi bir düzeltmen çalışması gerekli değil mi? Zira kitapta yer
alan kimi eksikler öykü okurunun tadını kaçırıveriyor. –ketçaba yerine ketçapa
yazılması ve kimi anlatım bozuklukları gibi- İlk kitabı İçeri Girmez miydiniz ile 2013 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü almış
olan Önderoğlu’ndan kederli, rahatsız
edici, sıcak, mevsim normali sayılamayacak denli yaralayıcı hallerimize işaret
eden öyküler... Keyifli okumalar.
Bu yazı Notos'ta yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)