Öykünün Özgün Sesi:
Berna Durmaz
Berna Durmaz
masalsı bir anlatımla bezediği sokağın sesini, sokağın sözcükleriyle adım adım
çoğaltan öyküler kuruyor. Düşle gerçek
arasında salınıp duran bir sarkaç onun kalemi, gerçeğin altını gerçeküstü
anlatı ögeleriyle çiziyor. Okur, öykünün içinde gizli olanı o çoğul seslerin
ardında buluyor, usulca. Kiminde iki ayrı tepenin başına, karşılıklı oturtuyor
öykü kahramanlarını, kiminde bir yıldızın düşüşüyle ana rahminde filizlenmeye
başlayan engelli bir çocuğun trajik yaşamını konu ediniyor. Geleneğe yaslı bir
anlatımı var Durmaz’ın. Sözlü edebiyatın ustalıkla bugüne taşıdığı
bir mirasın içinde eğliyor okurunu. Bir yanıyla ninelerimizden dinleyerek
büyüdüğümüz masalların dilini, tadını bulurken onun öykülerinde, bir yanıyla
masallarda olmayan bir yakıcılığın içinde geziniyoruz. Çünkü Durmaz’ın öykülerinde
iyiler kazanmıyor, talih kuşu uçmuyor, uçsa da yıllarını “haksızlığa uğramış” biri
olarak geçiren gencin başına konup onu padişah yapmıyor. Onun kaleminde tüm masal ögeleri göre göre
yabancılaştığımız yakıcı meseleleri anlatmak, yoksul, ötekileştirilmiş, eksik olan/
eksik bırakılan insanların masallarda anlatılmaya değer bulunmayan hikâyelerini;
kurmacanın dünyasına çocukluktan aşina olduğumuz bir dille, masal diliyle
taşımak için bir araya getiriliyor. Bilmem Durmaz
böyle düşünmüş müdür ama onun kalemi bugüne dek bize anlatılmış masallara içli
bir itirazı, yine masalların diliyle söylüyor. Genlerimizde kodlu olanın diliyle,
sanat ve edebiyat için çokça tanıdık ama egemen olan için bilinçle görmezden
gelinenleri, masal anlatırmış gibi işaret ediyor. “Ne yüzler, ne insanlar gelir geçer de bir zulüm kalır yeryüzünde.
Bir fasit dairedir zulüm…” dedirtiveriyor örneğin hiç beklemediğiniz bir
karaktere. Hayatta zurnasından başka bir
tutarı, bir derdi olmayan adama ölüm döşeğinde söyletiyor hem de bunu. Gülmece
unsurlarıyla bezeli metnin içine ekliyor bu yakıcı cümleyi.
Berna Durmaz’ın
hikâyelerini anlattığı insanlar kasabalarda, kenar mahallelerde yaşıyor. Hayatlarındaki
sıkışmışlığa doğaüstü yöntemlerle çözüm arayan karakterler bunlar, nazara
geldiklerinde kurşun döktüren, okunmuş su içen, mahalledeki muskacıya giden
insanlar. Tüm bunlardan anlayabileceğimiz gibi halkın değer ve inanç sistemini
iyi bilen, o inanç sistemiyle koşut halk arasında kullanılan sözcükleri yazın
diline taşımayı başarmış bir öykücü var karşımızda. İkilemeler, deyimler,
yöresel söyleyişler neredeyse her öyküsünde yer alıyor Durmaz’ın. Halk
anlatılarında sıklıkla kullanılan aykırı olanların birlikteliği, onun
öykülerinde şaşırtıcı bir kıvraklıkla yer alıyor. Trajedi ve gülmeceyi sağlam bir anlatı ögesi
olarak kullandığı Lokma adlı öykü;
bir düğün sofrasında, tepside kalan son eti kapışma savaşının öykü kahramanımızın
ağzından, gülmeceye varan bir anlatımla açılırken, yine aynı dil sofradaki
kapışma sahnesi kadar doğal, işlenen bir cinayeti anlatıyor.
Durmaz’ın kitaplarından Tepedeki Kadın ve Bir Hal Var Sende’deki
öykülerin çoğu okuru metne sımsıkı bağlayan bir giriş paragrafı ya da cümlesiyle
açılıyor. Bir merak, bir hareket taşıyan bu etkili girişin ardından yine Durmaz’ın kaleminin karakteristik özelliği
olan masalsı anlatımla akıp gidiyor öyküler. Böyle bakıldığında da öyküye kafa
yoran bir yazar olduğunu düşündürüyor Durmaz.
Dar alanda, sözü tartarak kullanmaksa öykü, eksilterek anlatmak, ilk cümleyle
okuru metinle kalmaya ikna etmekse o bunu başarıyor. Bir Hal Var Sende adlı kitabındaki öykülerin çoğu böyle etkili bir
girişle açılıyor. Bu yöntem okuru metne çağırırken, bir yazar olarak Durmaz’ı
da öykü kurma düşüncesine götüren bir itki olabilir mi? Berna Durmaz’ın ilk kitabı Tepedeki
Kadın’da öykünün meselesinden daha önde durarak odak haline gelen metaforik
anlatım, sonraki kitaplarında etkinliğini azaltarak olağan bir anlatı ögesine
dönüşüyor. Yine bu kitapta yer alan Göğün Kara Noktası adlı öyküye
kahramanımızı gittiği her yerde izleyen gökyüzündeki kara noktayla ölüm arasında
kurulan metaforik bağ damgasını vurur. Öykünün odağını oluşturan bu anlatım baştan
sona dek okura eşlik eder. Bir Hal Var Sende’de yer alan Yılanın Gözü adlı öyküyse meselesi tam
olarak kavranamayan, masalsı söyleyişin öykü bileşenlerinin önüne geçtiği
baskın bir duruşla işler. Okur öyküyü bitirdiğinde başa dönüp bir kez daha
bakmak zorunda hisseder kendini. Yazar tüm bunları bana neden anlattı,
sorusuysa öylece asılı kalır boşlukta. Durmaz
ikinci kitabı Bir Hal Var Sende’yi üç
bölümde toplar Taş, Kuş ve Göl adını verdiği bölümlerde altışar öykü
yer alır. Yine bu kitapta yer alan son öykü Çakıltaşı
yazarın üçüncü kitabı Bir Fasit Daire’de
yer alan Bir Külah Güllü Lokum adlı öyküsüyle benzer bir yerde durur. Yazma
sürecinin ve yazınsal yapıtların yaşamdaki karşılığı nedir, sorusunun peşine
düşen öykülerdir bunlar. Çakıltaşı çoğul anlatımın kullanıldığı Durmaz’ın imzası sayılan masalsı
anlatımın, halk arasında kullanılan söz kalıplarının pek de görülmediği bir
öyküdür. Oğuz Atay’ın Demiryolu
Hikâyecileri- Bir Rüya adlı öyküsüne de kimi yerlerde dokunduğunu
düşündüğüm her iki öyküden Çakıltaşı belki
de Durmaz’ın kaleminde kendi yazın macerasına
eğilen ironik bir bakış taşımaktadır kim bilir?
Durmaz’ın son kitabı Bir Fasit Daire’deki kahramanların
çoğu Çingenedir; saksafon çalan, kalaycılık, sepetçilik yapan, fal bakarak
yaşamlarını sürdüren, yerleşik hayatı kendi benliklerine inen yakıcı bir tokat
gibi gören göçerlerdir onlar. Ağlayan Dağ Susan Nehir adlı romanında Ayşegül Devecioğlu’nun; Yol yorgunudur Çingeneler… Yerleşikliğin
imkânsız olduğunu bilir, yerleşik hayatı
kekeleyerek yaşarlar, diye tanımladığı Çingenelerledir çoğunlukla Durmaz’ın hikâyesini anlatmak
istedikleri. Bir fasit daireyse zulüm
o fasit dairenin içinde yok pahasına çiğnenip tükürülenlerdendir onlar. Yerleşik hayata geçmiş olanlar tarafından aşağılanan,
hiçbir yerde kök salmama tutkusunun, özgürlükle denk ilerleyişini sezmiş
olanlardır onlar, kimi düşünürlerin sonra sonra bulduğu yolda olma durumunu doğal
olarak yaşayanlar, varı yoğu yol olanlardır. Nitekim Bir Fasit Daire adlı kitabında Durmaz
kahramanı Zarif’e ; Bana dedi, olma göçerlerden hiç saygın
değil. Ol sen de şehirdekiler gibi. Sat atları, al ayakkabı boyama sandığını,
çık şehrin meydanına otur, fena mı? Fena be ana, dedim ben de ona. Ben oturamam
onlar gibi kıçımın üzerinde, atalarımın yaptığı gibi hep bir yerden bir yere
göçmek isterim, diye anlatacaktır yol ve Çingene ilişkisini.
Bir Fasit Daire yedi bölümden oluşur.
Kitapta yer alan kahramanların adlarını taşıyan bölümlerde anlatılan ana hikâye
sondan başa doğru giden sıçramalı bir zaman diziniyle aktarılır. Yazar bir ortaoyunu sahnesindeymişsiniz gibi
olayları anlatırken bölümlere adlarını verdiği kahramanlarla tanıştırır okuru.
Anlatılan ana meselenin gerisinde Çingene kültürünü eksiksiz çizmeye çalışan
bir kalem olduğunu hemen sezinleriz. Öyle ki anlatmak istediklerini o
insanların kültürel ögeleri, gündelik yaşamları eşliğinde yapmaktadır yazar. Bu
haliyle bakıldığında günlük yaşamı yanılsamalı, eğip bükmeli olarak kendinde
taşıyan kurmaca metinlerin, gerçeklikten
beslenen en gerekli yanını, sahici
atmosferle söz söyleyebilme becerisini yakalamış olur yazar. Çingeneler arasında
yabancılaşma odaklı ayrışmayı da öykü konusu yapar Durmaz. Yine Çingeneler içinde yükselen asimile edilmiş sesleri de
dillendirir. Kitaba damgasını vuran aşk hikâyesinin kahramanlarından Hasret’in annesi bu yaklaşıma tipik bir
örnektir. Hasret’in, göçerliği yaşam
biçimi olarak benimsemiş olan Zarif’e,
aşkını kabullenemez anne. Bir yanıyla da zalim bir kadın görüntüsü çizerek Hasret’i Zarif’ten koparmak için her yola başvurur. Yine aynı bölümde okurla
tanıştırılan Hasret’in alkolik babasıysa
sıcak, varoluş kaygısıyla yüklü, kendini tüketen kişiliğiyle okurun sempatisini
kazanmayı başarır. Hasret’e
özgürlüğünü veren de yine baba olacaktır.
Bir Fasit Daire,
Durmaz kitapları arasında önermesi en net olanı bana kalırsa. Burada şunu da belirtmeli; kitapta, kimi bölümlere
adını vermiş kahramanların, kendi adlarını taşıyan bölümlerde anlatılan
hikâyelerde, bölüm adı olamayacak denli az yer alıyor olması, okur olarak
kafamı karıştırdı. Örneğin daha çok Hasret’in
yaşamıyla, aşkıyla tanıştırıldığımız bölüme Zarif
adının verilmiş olması gibi. Bu
yanılsamayı yaratan ilk bölümde tam kararında bir anlatımla, kendi adını
taşıyan bölümde, Cemafer’le tanıştırılmış
olmamız belki de.
Bir Fasit Daire
kendi içinde bağlaşık öykülerden oluşur.
Sevgül’ün hikâyesi ülkemize özgü kadınlık durumunu çarpıcı bir sonla
aktarırken, kitabın kapanış bölümünün Kakava Şenlikleri’nde tekrar edilen ritüellerden
izler taşımasıysa tanıdık, bambaşka bir keyif verir. Okur olarak baştan sona
dek peşinde yürüdüğümüz zurnanın, el değiştirerek ses vermesiyse varoluşlarını
müzikle tamamlayan Çingeneler için dillendirilmiş umut dolu bir son sestir.
Bu yazı Sarnıç Öykü'de yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder