Usul akan su: Munro
Alıce Munro uzun öyküler yazıyor. Bir cümle ya da paragrafı
etkili kılmak, o cümle ya da paragrafı kurmacanın gerçekliğine sımsıkı bağlamak
için yazılmış onlarca sayfa. Ne kaybeder ki daha kısa olsa, sorusuna verdiğiniz
yanıt Munro’nun kalemini, onunla aynı yola düşmüş olanlardan ayıran, onu biricikleştiren
şey oluyor. Nerdeyse hemen her öyküsüne kahramanlarından birinin adıyla,
birden, giriş yapıyor Munro. Okuru hazırlamadan, bir girizgâha gereksinim
duymadan yapıyor bunu. Kurmaca metinler için
okuru metnin dışına savurma ihtimali olan bu yöntem onun için özenle yinelenen
bir seremoni sanki. Öykülerinde yer alan insanlar genellikle gündelik yaşamın
içinde hemen fark edeceğiniz, ilk bakışta göze çarpan kişilikler değil, ama anlatmayı
tercih ettiği hikâyeler çoğunlukla ayrıksı, kederli, sinsice tercihlerle, yüzleşmelerle,
tükenişlerle, yalanlarla dolu insan aklının sıçramalı anları. Munro okumak berrak bir suya eğilmek, usul
akan suyun içinde dipteki çakıl taşlarına bakmak, o çakıl taşlarının yalnızca
kendilerine dayanan hikâyelerini dinlemek gibi… Ondan dinlediğiniz ışıltısıyla
göz kamaştıran salınışların sahibi hayatlar değil, yaşamın içinde usulca,
çekingen, geride akıp giden, başkalığını o ıssızlığa armağan edenler; kadınlar,
çocuklar çoğunluk. Zihnimde berrak su algısı yaratan Munro’nun dili, anlatım
biçimi belki de… O, anlatmak istediği “kesikleri” uzun bir ön anlatıyla
besliyor, adeta metni bu ön anlatıda var ediyor. Yazının girişinde söz
ettiğimiz uzunluğun karşılığı tam da bu bana kalırsa. Bazı Kadınlar adlı kitabının ilk öyküsü Boyutlar, kocası tarafından üç çocuğu öldürülen bir kadının kendi
içine gizli, bağımlılığa varan ilişkisini anlatıyor. Kocasıyla kavga ettikten
sonra bir geceliğine evden uzaklaşıp arkadaşında kalan öykü kahramanı sabaha
evine döndüğünde çocuklarının cesetleriyle karşılaşır. Kocaya yaptığının nedeni
sorulduğunda “onları ıstıraptan kurtardığını” söyler, adamın söz ettiği
“annelerinin onları terk etmesinin yol açtığı ıstırap”tır. Kocası
tutuklandıktan sonra da onu görmeye devam eden kadın, bu davranışıyla okuru
şaşırtmaz. Yazar, kahramanını öyle ustaca çizer ki kadının, çocuklarını öldüren
adamı hapiste yatarken bile düzenli olarak ziyaret etmesi okur tarafından
şaşırtıcı bulunmaz. Ama Munro bu… Okur, kadının edilgen tavırlarına ikna
olmuşken öykünün sonu şaşırtıcı bir sapağı işaret eden bir olayla noktalanıverir.
Munro’nun öyküleri beklenmedik odak
değişiklikleriyle ilerler çoğunluk, öykünün yarısında hikâyesine tanıklık
ettiğiniz karakter birden kenarda bırakılır ve öyküye beklenmedik anda giren
yeni karakterin hikâyesi merkeze çekilebilir. Okur bu değişimi ancak öykü bittikten
sonra fark eder. Bir yönüyle var ettiklerini, tam karşıtı üzerinden de
anlatmayı tercih eder Munro, böylece kurduğu metin daha geniş bir alanda
yankılandığı gibi, yazar da taraf olmaktan kurtulmuştur. Bu anlatım biçimiyle
de gerçeğe bir adım daha yakınlaşmış olur onun metni, yaşam da tüm
karşıtlıkları içinde barındırmakta değil midir çoğu zaman? Yüzeyde akıp
gidenler değil, derinler ilgilendirir onu. Öykü kişiliklerini okurun gözünde sahici
kılacak ayrıntı, davranış ve sözleri ustalıkla kurar, anlatmaz, verilen
ayrıntılarla kurmacanın sahiciliğini yaratır. Ama yine de bir yazar için pek
tercih edilesi şeylerden olmasa gerek, yaratmak istediğiniz duyguya adım adım
yürüyen metni, karşıtlıklarla menzilinden saptırmak. Ama o yapar bunu. Yüz
adlı öyküde baba ve yüzünün sağ tarafı yaygın şekilde doğum lekesiyle kaplı
oğul arasında bir çatışma yaratır ve okuru oğuldan yana olmaya ikna eder. Bu
çatışmayla başlayan öykü, babanın neredeyse daha öykünün başında aniden
ölümüyle alaşağı edilir. Öyle uzun uzadıya anlatmaz babanın ölümünü, yalnızca
bir cümlede yapar bunu. Yüzündeki lekeden dolayı oğlundan nefret eden baba ve
oğluyla daha sağlıklı ilişki kuran anne arasında bir tercih yapması beklenen
okur birden ortada kalır. Her duygunun uçlarda yankılanmasıyla ortaya çıkan
yaralayıcı durumları anlatmak istemektedir belki de yazar. İnsan dediğinizin
içinde onlarca karşıtlığı aynı anda taşıyan, kendine bile bilinmez bir varlık
olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Ama yine de babanın ölümüyle okurun koştuğu
yol değişiverir, ustalıksa sonrasının nasıl kurulduğundadır. Öykü bittiğinde
başlangıçta yazarın işaret ettiği noktanın çok uzağındadır okur. Zayıf olanın
da zalimleşebileceğini, öğrenilmiş bir iyilik duygusunun nasıl da yanıltıcı
olabileceğini, gerçeğin çoğunlukla saf doğrunun uzağında bir yerlere düştüğünü
deneyimler okur.
Kanadalı eleştirmenlerin bizim Çehov’umuz diye tanımladıkları
Munro 2013 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi. 1931 doğumlu olan yazar daha pek çok
sayıda uluslararası önemli ödül de almıştır. Kendi ülkesi dışında birçok okurla
da buluşmayı başaran yazar onunla yapılan bir söyleşide yazın macerasını şöyle
anlatır: “Yıllarca alıştırma olsun diye öykü yazdığımı sandım, roman yazmak
için yavaş yavaş kendimi geliştirdiğimi düşündüm. Sonra elimden gelenin bu
kadar olduğunu fark ettim ve başlangıçta teselli ödülü olarak gördüğüm
öykülerde ustalaştım.” Bunca alçakgönüllü bir bakışla yaratılan bir öykü
dünyası var karşımızda, yıllardır okunan ve okunmaya devam edilecek olan bir
öykü dünyası. Kitaplarının durduğu yükseğe rağmen kendini yalın bir bakışta
eğleyen Munro’ya ne demeli? Yazmak bizi değil ruhlarımızı yükseltir, o da
nadiren, diyen Munro hayranı dostumun söylediği gibi ruhu ve kalemi “yüksek”
inceliklerle dolu bir yazara… Munro’ya…
Bu yazı BirGün Gazetesi Kitap Eki'nde yayımlanmıştır.