17 Şubat 2014 Pazartesi

KİTAPLARA DAİR

Usul akan su: Munro

Alıce Munro uzun öyküler yazıyor. Bir cümle ya da paragrafı etkili kılmak, o cümle ya da paragrafı kurmacanın gerçekliğine sımsıkı bağlamak için yazılmış onlarca sayfa. Ne kaybeder ki daha kısa olsa, sorusuna verdiğiniz yanıt Munro’nun kalemini, onunla aynı yola düşmüş olanlardan ayıran, onu biricikleştiren şey oluyor. Nerdeyse hemen her öyküsüne kahramanlarından birinin adıyla, birden, giriş yapıyor Munro. Okuru hazırlamadan, bir girizgâha gereksinim duymadan yapıyor bunu.  Kurmaca metinler için okuru metnin dışına savurma ihtimali olan bu yöntem onun için özenle yinelenen bir seremoni sanki. Öykülerinde yer alan insanlar genellikle gündelik yaşamın içinde hemen fark edeceğiniz, ilk bakışta göze çarpan kişilikler değil, ama anlatmayı tercih ettiği hikâyeler çoğunlukla ayrıksı, kederli, sinsice tercihlerle, yüzleşmelerle, tükenişlerle, yalanlarla dolu insan aklının sıçramalı anları.  Munro okumak berrak bir suya eğilmek, usul akan suyun içinde dipteki çakıl taşlarına bakmak, o çakıl taşlarının yalnızca kendilerine dayanan hikâyelerini dinlemek gibi… Ondan dinlediğiniz ışıltısıyla göz kamaştıran salınışların sahibi hayatlar değil, yaşamın içinde usulca, çekingen, geride akıp giden, başkalığını o ıssızlığa armağan edenler; kadınlar, çocuklar çoğunluk. Zihnimde berrak su algısı yaratan Munro’nun dili, anlatım biçimi belki de… O, anlatmak istediği “kesikleri” uzun bir ön anlatıyla besliyor, adeta metni bu ön anlatıda var ediyor. Yazının girişinde söz ettiğimiz uzunluğun karşılığı tam da bu bana kalırsa. Bazı Kadınlar adlı kitabının ilk öyküsü Boyutlar, kocası tarafından üç çocuğu öldürülen bir kadının kendi içine gizli, bağımlılığa varan ilişkisini anlatıyor. Kocasıyla kavga ettikten sonra bir geceliğine evden uzaklaşıp arkadaşında kalan öykü kahramanı sabaha evine döndüğünde çocuklarının cesetleriyle karşılaşır. Kocaya yaptığının nedeni sorulduğunda “onları ıstıraptan kurtardığını” söyler, adamın söz ettiği “annelerinin onları terk etmesinin yol açtığı ıstırap”tır. Kocası tutuklandıktan sonra da onu görmeye devam eden kadın, bu davranışıyla okuru şaşırtmaz. Yazar, kahramanını öyle ustaca çizer ki kadının, çocuklarını öldüren adamı hapiste yatarken bile düzenli olarak ziyaret etmesi okur tarafından şaşırtıcı bulunmaz. Ama Munro bu… Okur, kadının edilgen tavırlarına ikna olmuşken öykünün sonu şaşırtıcı bir sapağı işaret eden bir olayla noktalanıverir.  Munro’nun öyküleri beklenmedik odak değişiklikleriyle ilerler çoğunluk, öykünün yarısında hikâyesine tanıklık ettiğiniz karakter birden kenarda bırakılır ve öyküye beklenmedik anda giren yeni karakterin hikâyesi merkeze çekilebilir. Okur bu değişimi ancak öykü bittikten sonra fark eder. Bir yönüyle var ettiklerini, tam karşıtı üzerinden de anlatmayı tercih eder Munro, böylece kurduğu metin daha geniş bir alanda yankılandığı gibi, yazar da taraf olmaktan kurtulmuştur. Bu anlatım biçimiyle de gerçeğe bir adım daha yakınlaşmış olur onun metni, yaşam da tüm karşıtlıkları içinde barındırmakta değil midir çoğu zaman? Yüzeyde akıp gidenler değil, derinler ilgilendirir onu.  Öykü kişiliklerini okurun gözünde sahici kılacak ayrıntı, davranış ve sözleri ustalıkla kurar, anlatmaz, verilen ayrıntılarla kurmacanın sahiciliğini yaratır. Ama yine de bir yazar için pek tercih edilesi şeylerden olmasa gerek, yaratmak istediğiniz duyguya adım adım yürüyen metni, karşıtlıklarla menzilinden saptırmak. Ama o yapar bunu.  Yüz adlı öyküde baba ve yüzünün sağ tarafı yaygın şekilde doğum lekesiyle kaplı oğul arasında bir çatışma yaratır ve okuru oğuldan yana olmaya ikna eder. Bu çatışmayla başlayan öykü, babanın neredeyse daha öykünün başında aniden ölümüyle alaşağı edilir. Öyle uzun uzadıya anlatmaz babanın ölümünü, yalnızca bir cümlede yapar bunu. Yüzündeki lekeden dolayı oğlundan nefret eden baba ve oğluyla daha sağlıklı ilişki kuran anne arasında bir tercih yapması beklenen okur birden ortada kalır. Her duygunun uçlarda yankılanmasıyla ortaya çıkan yaralayıcı durumları anlatmak istemektedir belki de yazar. İnsan dediğinizin içinde onlarca karşıtlığı aynı anda taşıyan, kendine bile bilinmez bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Ama yine de babanın ölümüyle okurun koştuğu yol değişiverir, ustalıksa sonrasının nasıl kurulduğundadır. Öykü bittiğinde başlangıçta yazarın işaret ettiği noktanın çok uzağındadır okur. Zayıf olanın da zalimleşebileceğini, öğrenilmiş bir iyilik duygusunun nasıl da yanıltıcı olabileceğini, gerçeğin çoğunlukla saf doğrunun uzağında bir yerlere düştüğünü deneyimler okur.

Kanadalı eleştirmenlerin bizim Çehov’umuz diye tanımladıkları Munro 2013 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi. 1931 doğumlu olan yazar daha pek çok sayıda uluslararası önemli ödül de almıştır. Kendi ülkesi dışında birçok okurla da buluşmayı başaran yazar onunla yapılan bir söyleşide yazın macerasını şöyle anlatır: “Yıllarca alıştırma olsun diye öykü yazdığımı sandım, roman yazmak için yavaş yavaş kendimi geliştirdiğimi düşündüm. Sonra elimden gelenin bu kadar olduğunu fark ettim ve başlangıçta teselli ödülü olarak gördüğüm öykülerde ustalaştım.” Bunca alçakgönüllü bir bakışla yaratılan bir öykü dünyası var karşımızda, yıllardır okunan ve okunmaya devam edilecek olan bir öykü dünyası. Kitaplarının durduğu yükseğe rağmen kendini yalın bir bakışta eğleyen Munro’ya ne demeli? Yazmak bizi değil ruhlarımızı yükseltir, o da nadiren, diyen Munro hayranı dostumun söylediği gibi ruhu ve kalemi “yüksek” inceliklerle dolu bir yazara… Munro’ya…

Bu yazı BirGün Gazetesi Kitap Eki'nde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder