20 Eylül 2014 Cumartesi

KİTAPLARA DAİR


Yazıların Kardeşliği

“…Edebiyat üzerine bir şeyler yazmak, o metnin bize fısıldadıklarını derli toplu ifade etmeye çalışmak, yazarın o metni kurarken kendisine dert ettiği şeyleri sanki daha net görmeyi mümkün kılıyor. Yazı bittiğinde başlarken aklınızda olmayan şeyleri kâğıda dökmüş olarak bulabiliyorsunuz kendinizi. Yazının gizi, gücü ya da belki de: Yazılmış bir metin üzerine yazmaya kalkıştığınızda konu aldığınız metin kendini daha da açıyor- ‘yazıların kardeşliği’ mi demeli buna?”
Behçet Çelik, yazarlar ve kitaplara dair denemelerini derlediği Ateşe Atılmış Bir Çiçek adlı kitabının sunuş bölümünde böyle sesleniyor okuruna; metne yakınlaştıkça açığa çıkan “Yazıların kardeşliği.” Yazma eyleminin bizden öncekileri okuyarak, onlara öykünerek başladığını düşündüğümüzde her yazarın hayatında nasıl da önemlidir kendi okumaları, bu okumaları derli toplu yazılara taşındığında açığa çıkan “yazıların kardeşliği”. Metinlerin - görece-  ayrıntılı okumalar,  incelikli eğilmeler sonucunda fark edilen çoklu kapılardan oluştuğunu, yazıldığı dönemin ardından unutulmaya bırakılmış nice nitelikli eserin bu tür yoksunluklar yüzünden silinip gittiğini söyleyebiliriz.  Onlara, yakın bakış,  aynı zamanda yazma sürecine, yazara da yakınlaşmaktır. Eserlerin ve yazarların biricikliği böylesi yakınlaşmalar sonucunda daha da iyi kavranır.  Her yazar başka hayatlardan kopup gelmiş, diğerlerinden ayrılan bileşenlerle kendi olmuştur, bunun yazıya yansıması metinleri okur nezdinde daha da büyülü kılmaktadır. Burada ilginç bir çalışmadan söz edelim, sınırlı sayıda sözcük birden çok yazara verilir ve her birinden bir metin istenir. Çalışma tamamlandığında her yazarın farklı bir metin oluşturduğu görülür.
Kimi okur ve yazar için de yapıtların satır aralarına bakmak, orada yazarın izlerini aramak; yapıtın yaşamla bağını, politik, psikolojik, sosyolojik açıdan kurmak; kendini derinden etkileyen yazara yakınlaşmak merak konusudur. Bana kalırsa bu çalışmalar yapıtların farklı bir platformda salınması, yeniden hayat bulması, bugüne taşınmasıdır ki bu durum okurlar açısından da heyecan vericidir. Selim İleri’nin ifadesiyle “öykücü, romancı B. Çelik’in kadirbilir tutumunun saptandığı”- Radikal Kitap 30.12.2012 -Ateşe Atılmış Bir Çiçek geçmişten günümüze birçok yazara incelikle eğilmekte, onları bugünün okuruna hatırlatmaktadır.
Adını, Çelik’in kitabı ithaf ettiği arkadaşının Yunancadan çevirdiği şarkının dizesinden alan kitap, sayfalar arasında yer alan adlarla da Ateşe Atılmış Bir Çiçek midir? Bilmiyorum Behçet Çelik benim gibi düşündü mü, ama kitaba konuk olan yazarların çoğunun o şarkıdaki gibi göçüp gittiğini düşünürsek, onların da ateşe atılmış birer çiçek olduğunu düşünmek isterim.  Kimler yok ki o çiçekler arasında;  Sait Faik, Sabahattin Ali, Esendal, İlhan Tarus, Suat Derviş, Nazım Hikmet, Ayhan Bozfırat,  bir öykü antolojisi sayfalarında tanıyıp hayran olduğum Kenan Hulusi ve diğerleri. Örneğin Nazım Hikmet’in hikâyelerini bilir miydiniz? Bu hikâyeleri hangi dergilerde yayımladığını, Şeyh Bedrettin destanını yayımlamadan önce destanda yer alacak kimi dizelerin  “Bedrettin’in Ölüsü” adlı hikâyede yer aldığını, Nazım’ın kadın-erkek ilişkilerine dair hikâyeler yazdığını, bunların kiminde kantarın topuzunu kadınlar aleyhine kaçırdığını  “Kadın-erkek ilişkileri, aşk, sadakat gibi konuları ele alan hikâyelerde Nazım Hikmet’in çoğunlukla aşkın maddiyatla ilişkilendirildiği “şeyleşmiş” çağdaş evliliklerin, üstü örtülen yanını açığa çıkarmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bazı hikâyelerde, kadınların maddiyat düşkünlüğüne ya da sadakatsizliklerine yaptığı vurguda kantarın topuzunu kadınların aleyhine kaçtığını da itiraf etmek gerek. Altın oltaya takılan nedense dişi balıktır, erkek balık değildir!”
Sunuş yazısında “Bir edebiyat kitabı üzerine düşünmek, ister istemez insanın yaşadığı dünya ve kendisi hakkında da düşünmesine neden oluyor. Farkında olmadan değişiyoruz, fikrimiz, dilimiz, bakışımız, baktığımız yerde gördüklerimiz, iç dünyamız, hissetme ve bunu ifade etme biçimimiz değişiyor.” diyor Çelik. Edebiyatın gücünü hatırlatan bu derinli bakışı kitapta Esendal’a ayrılan bölümde yazara sorulan  “Toplum meseleleri karşısında sanatçının durumu ve tavrı ne olmalıdır?” sorusuna Esendal’ın verdiği yanıtı yorumlarken daha da genişletiyor Çelik.  “Edebiyatçılarımız arasında siyasi olarak en yüksek düzeyde görevde bulunmuş olan Esendal, İkinci Dünya Savaşı yıllarında CHP’nin genel sekreterliğini yapmış, önemli bir siyasi kişiliktir. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak yapıtlarının siyasi yönünün baskın olması beklenebilir… Bununla birlikte, onun hikâyeleri daha çok içerdiği insani sıcaklık, anlatım ve dildeki yalınlığı ile gündeme gelmiştir; siyasi tezleriyle değil. Aynı biçimde, bugün, siyasi tezlerinden pek söz edilmese de Türkçe hikâyeden söz edildiğinde ilk akla gelen isimlerden biridir.” Bu paragrafı “… bu durumu sanatın politikadan, yapıtın yazardan özerkleşmesi olarak algılayabilir miyiz?” sorusuyla bitiriyor. Bu soruya evet yanıtını verirken politikacı Esendal‘ı geçip geleceği kucaklayan Esendal hikâyelerine eğiliyoruz.
Bu yazıları bir şeyler öğrenmek için kaleme aldığını söyleyen Çelik “Metnin ruhu yazarın iradesine tabi değildir. Mutlaka yazarı yazmaya iten saikler, anlatmak, göstermek istediği şeyler vardır. Ama metnin ruhu bunlardan özerk olarak ortaya çıkmış olabilir,” diye eklemektedir.  Çelik’in bakışıyla yazarlara ve yapıtlara eğilmek, onların “yazarın iradesinden özerk olarak açığa çıkmış” ruhlarına yakınlaşmak isteyenlere heyecan verici bir yol arkadaşlığı teklifidir Ateşe Atılmış Bir Çiçek. Yapıtların satır aralarından yazarlara bakmayı seven okurlara keyifle…
*Behçet Çelik “Eleştiri ve Metnin Ruhu”

4 Haziran 2014 Çarşamba

KİTAPLARA DAİR


Öykünün Özgün Sesi: Berna Durmaz


Berna Durmaz masalsı bir anlatımla bezediği sokağın sesini, sokağın sözcükleriyle adım adım çoğaltan öyküler kuruyor.  Düşle gerçek arasında salınıp duran bir sarkaç onun kalemi, gerçeğin altını gerçeküstü anlatı ögeleriyle çiziyor. Okur, öykünün içinde gizli olanı o çoğul seslerin ardında buluyor, usulca. Kiminde iki ayrı tepenin başına, karşılıklı oturtuyor öykü kahramanlarını, kiminde bir yıldızın düşüşüyle ana rahminde filizlenmeye başlayan engelli bir çocuğun trajik yaşamını konu ediniyor. Geleneğe yaslı bir anlatımı var Durmaz’ın.  Sözlü edebiyatın ustalıkla bugüne taşıdığı bir mirasın içinde eğliyor okurunu. Bir yanıyla ninelerimizden dinleyerek büyüdüğümüz masalların dilini, tadını bulurken onun öykülerinde, bir yanıyla masallarda olmayan bir yakıcılığın içinde geziniyoruz. Çünkü Durmaz’ın öykülerinde iyiler kazanmıyor, talih kuşu uçmuyor, uçsa da yıllarını “haksızlığa uğramış” biri olarak geçiren gencin başına konup onu padişah yapmıyor.  Onun kaleminde tüm masal ögeleri göre göre yabancılaştığımız yakıcı meseleleri anlatmak, yoksul, ötekileştirilmiş, eksik olan/ eksik bırakılan insanların masallarda anlatılmaya değer bulunmayan hikâyelerini; kurmacanın dünyasına çocukluktan aşina olduğumuz bir dille, masal diliyle taşımak için bir araya getiriliyor. Bilmem Durmaz böyle düşünmüş müdür ama onun kalemi bugüne dek bize anlatılmış masallara içli bir itirazı, yine masalların diliyle söylüyor. Genlerimizde kodlu olanın diliyle, sanat ve edebiyat için çokça tanıdık ama egemen olan için bilinçle görmezden gelinenleri, masal anlatırmış gibi işaret ediyor. “Ne yüzler, ne insanlar gelir geçer de bir zulüm kalır yeryüzünde. Bir fasit dairedir zulüm…” dedirtiveriyor örneğin hiç beklemediğiniz bir karaktere.  Hayatta zurnasından başka bir tutarı, bir derdi olmayan adama ölüm döşeğinde söyletiyor hem de bunu. Gülmece unsurlarıyla bezeli metnin içine ekliyor bu yakıcı cümleyi.
Berna Durmaz’ın hikâyelerini anlattığı insanlar kasabalarda, kenar mahallelerde yaşıyor. Hayatlarındaki sıkışmışlığa doğaüstü yöntemlerle çözüm arayan karakterler bunlar, nazara geldiklerinde kurşun döktüren, okunmuş su içen, mahalledeki muskacıya giden insanlar. Tüm bunlardan anlayabileceğimiz gibi halkın değer ve inanç sistemini iyi bilen, o inanç sistemiyle koşut halk arasında kullanılan sözcükleri yazın diline taşımayı başarmış bir öykücü var karşımızda. İkilemeler, deyimler, yöresel söyleyişler neredeyse her öyküsünde yer alıyor Durmaz’ın.  Halk anlatılarında sıklıkla kullanılan aykırı olanların birlikteliği, onun öykülerinde şaşırtıcı bir kıvraklıkla yer alıyor.  Trajedi ve gülmeceyi sağlam bir anlatı ögesi olarak kullandığı Lokma adlı öykü; bir düğün sofrasında, tepside kalan son eti kapışma savaşının öykü kahramanımızın ağzından, gülmeceye varan bir anlatımla açılırken, yine aynı dil sofradaki kapışma sahnesi kadar doğal, işlenen bir cinayeti anlatıyor.
 Durmaz’ın kitaplarından Tepedeki Kadın ve Bir Hal Var Sende’deki öykülerin çoğu okuru metne sımsıkı bağlayan bir giriş paragrafı ya da cümlesiyle açılıyor. Bir merak, bir hareket taşıyan bu etkili girişin ardından yine Durmaz’ın kaleminin karakteristik özelliği olan masalsı anlatımla akıp gidiyor öyküler. Böyle bakıldığında da öyküye kafa yoran bir yazar olduğunu düşündürüyor Durmaz. Dar alanda, sözü tartarak kullanmaksa öykü, eksilterek anlatmak, ilk cümleyle okuru metinle kalmaya ikna etmekse o bunu başarıyor. Bir Hal Var Sende adlı kitabındaki öykülerin çoğu böyle etkili bir girişle açılıyor. Bu yöntem okuru metne çağırırken, bir yazar olarak Durmaz’ı da öykü kurma düşüncesine götüren bir itki olabilir mi? Berna Durmaz’ın ilk kitabı Tepedeki Kadın’da öykünün meselesinden daha önde durarak odak haline gelen metaforik anlatım, sonraki kitaplarında etkinliğini azaltarak olağan bir anlatı ögesine dönüşüyor. Yine bu kitapta yer alan Göğün Kara Noktası adlı öyküye kahramanımızı gittiği her yerde izleyen gökyüzündeki kara noktayla ölüm arasında kurulan metaforik bağ damgasını vurur.  Öykünün odağını oluşturan bu anlatım baştan sona dek okura eşlik eder.  Bir Hal Var Sende’de yer alan Yılanın Gözü adlı öyküyse meselesi tam olarak kavranamayan, masalsı söyleyişin öykü bileşenlerinin önüne geçtiği baskın bir duruşla işler. Okur öyküyü bitirdiğinde başa dönüp bir kez daha bakmak zorunda hisseder kendini. Yazar tüm bunları bana neden anlattı, sorusuysa öylece asılı kalır boşlukta. Durmaz ikinci kitabı Bir Hal Var Sende’yi üç bölümde toplar Taş, Kuş ve Göl adını verdiği bölümlerde altışar öykü yer alır. Yine bu kitapta yer alan son öykü Çakıltaşı yazarın üçüncü kitabı Bir Fasit Daire’de yer alan Bir Külah Güllü Lokum adlı öyküsüyle benzer bir yerde durur. Yazma sürecinin ve yazınsal yapıtların yaşamdaki karşılığı nedir, sorusunun peşine düşen öykülerdir bunlar.  Çakıltaşı çoğul anlatımın kullanıldığı Durmaz’ın imzası sayılan masalsı anlatımın, halk arasında kullanılan söz kalıplarının pek de görülmediği bir öyküdür.  Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri- Bir Rüya adlı öyküsüne de kimi yerlerde dokunduğunu düşündüğüm her iki öyküden Çakıltaşı belki de Durmaz’ın kaleminde kendi yazın macerasına eğilen ironik bir bakış taşımaktadır kim bilir?
 Durmaz’ın son kitabı Bir Fasit Daire’deki kahramanların çoğu Çingenedir; saksafon çalan, kalaycılık, sepetçilik yapan, fal bakarak yaşamlarını sürdüren, yerleşik hayatı kendi benliklerine inen yakıcı bir tokat gibi gören göçerlerdir onlar.  Ağlayan Dağ Susan Nehir adlı romanında Ayşegül Devecioğlu’nun; Yol yorgunudur Çingeneler… Yerleşikliğin imkânsız olduğunu bilir, yerleşik hayatı kekeleyerek yaşarlar, diye tanımladığı Çingenelerledir çoğunlukla Durmaz’ın hikâyesini anlatmak istedikleri. Bir fasit daireyse zulüm o fasit dairenin içinde yok pahasına çiğnenip tükürülenlerdendir onlar.  Yerleşik hayata geçmiş olanlar tarafından aşağılanan, hiçbir yerde kök salmama tutkusunun, özgürlükle denk ilerleyişini sezmiş olanlardır onlar, kimi düşünürlerin sonra sonra bulduğu yolda olma durumunu doğal olarak yaşayanlar, varı yoğu yol olanlardır. Nitekim Bir Fasit Daire adlı kitabında Durmaz kahramanı Zarif’e ; Bana dedi, olma göçerlerden hiç saygın değil. Ol sen de şehirdekiler gibi. Sat atları, al ayakkabı boyama sandığını, çık şehrin meydanına otur, fena mı? Fena be ana, dedim ben de ona. Ben oturamam onlar gibi kıçımın üzerinde, atalarımın yaptığı gibi hep bir yerden bir yere göçmek isterim, diye anlatacaktır yol ve Çingene ilişkisini.
 Bir Fasit Daire yedi bölümden oluşur. Kitapta yer alan kahramanların adlarını taşıyan bölümlerde anlatılan ana hikâye sondan başa doğru giden sıçramalı bir zaman diziniyle aktarılır.  Yazar bir ortaoyunu sahnesindeymişsiniz gibi olayları anlatırken bölümlere adlarını verdiği kahramanlarla tanıştırır okuru. Anlatılan ana meselenin gerisinde Çingene kültürünü eksiksiz çizmeye çalışan bir kalem olduğunu hemen sezinleriz. Öyle ki anlatmak istediklerini o insanların kültürel ögeleri, gündelik yaşamları eşliğinde yapmaktadır yazar. Bu haliyle bakıldığında günlük yaşamı yanılsamalı, eğip bükmeli olarak kendinde taşıyan kurmaca metinlerin,  gerçeklikten beslenen en gerekli yanını,  sahici atmosferle söz söyleyebilme becerisini yakalamış olur yazar. Çingeneler arasında yabancılaşma odaklı ayrışmayı da öykü konusu yapar Durmaz. Yine Çingeneler içinde yükselen asimile edilmiş sesleri de dillendirir. Kitaba damgasını vuran aşk hikâyesinin kahramanlarından Hasret’in annesi bu yaklaşıma tipik bir örnektir. Hasret’in, göçerliği yaşam biçimi olarak benimsemiş olan Zarif’e, aşkını kabullenemez anne. Bir yanıyla da zalim bir kadın görüntüsü çizerek Hasret’i Zarif’ten koparmak için her yola başvurur. Yine aynı bölümde okurla tanıştırılan Hasret’in alkolik babasıysa sıcak, varoluş kaygısıyla yüklü, kendini tüketen kişiliğiyle okurun sempatisini kazanmayı başarır. Hasret’e özgürlüğünü veren de yine baba olacaktır.
Bir Fasit Daire, Durmaz kitapları arasında önermesi en net olanı bana kalırsa.  Burada şunu da belirtmeli; kitapta, kimi bölümlere adını vermiş kahramanların, kendi adlarını taşıyan bölümlerde anlatılan hikâyelerde, bölüm adı olamayacak denli az yer alıyor olması, okur olarak kafamı karıştırdı. Örneğin daha çok Hasret’in yaşamıyla, aşkıyla tanıştırıldığımız bölüme Zarif adının verilmiş olması gibi.  Bu yanılsamayı yaratan ilk bölümde tam kararında bir anlatımla, kendi adını taşıyan bölümde, Cemafer’le tanıştırılmış olmamız belki de.
Bir Fasit Daire kendi içinde bağlaşık öykülerden oluşur. Sevgül’ün hikâyesi ülkemize özgü kadınlık durumunu çarpıcı bir sonla aktarırken, kitabın kapanış bölümünün Kakava Şenlikleri’nde tekrar edilen ritüellerden izler taşımasıysa tanıdık, bambaşka bir keyif verir. Okur olarak baştan sona dek peşinde yürüdüğümüz zurnanın, el değiştirerek ses vermesiyse varoluşlarını müzikle tamamlayan Çingeneler için dillendirilmiş umut dolu bir son sestir.

 Bu yazı Sarnıç Öykü'de yayımlanmıştır.













17 Şubat 2014 Pazartesi

KİTAPLARA DAİR

Usul akan su: Munro

Alıce Munro uzun öyküler yazıyor. Bir cümle ya da paragrafı etkili kılmak, o cümle ya da paragrafı kurmacanın gerçekliğine sımsıkı bağlamak için yazılmış onlarca sayfa. Ne kaybeder ki daha kısa olsa, sorusuna verdiğiniz yanıt Munro’nun kalemini, onunla aynı yola düşmüş olanlardan ayıran, onu biricikleştiren şey oluyor. Nerdeyse hemen her öyküsüne kahramanlarından birinin adıyla, birden, giriş yapıyor Munro. Okuru hazırlamadan, bir girizgâha gereksinim duymadan yapıyor bunu.  Kurmaca metinler için okuru metnin dışına savurma ihtimali olan bu yöntem onun için özenle yinelenen bir seremoni sanki. Öykülerinde yer alan insanlar genellikle gündelik yaşamın içinde hemen fark edeceğiniz, ilk bakışta göze çarpan kişilikler değil, ama anlatmayı tercih ettiği hikâyeler çoğunlukla ayrıksı, kederli, sinsice tercihlerle, yüzleşmelerle, tükenişlerle, yalanlarla dolu insan aklının sıçramalı anları.  Munro okumak berrak bir suya eğilmek, usul akan suyun içinde dipteki çakıl taşlarına bakmak, o çakıl taşlarının yalnızca kendilerine dayanan hikâyelerini dinlemek gibi… Ondan dinlediğiniz ışıltısıyla göz kamaştıran salınışların sahibi hayatlar değil, yaşamın içinde usulca, çekingen, geride akıp giden, başkalığını o ıssızlığa armağan edenler; kadınlar, çocuklar çoğunluk. Zihnimde berrak su algısı yaratan Munro’nun dili, anlatım biçimi belki de… O, anlatmak istediği “kesikleri” uzun bir ön anlatıyla besliyor, adeta metni bu ön anlatıda var ediyor. Yazının girişinde söz ettiğimiz uzunluğun karşılığı tam da bu bana kalırsa. Bazı Kadınlar adlı kitabının ilk öyküsü Boyutlar, kocası tarafından üç çocuğu öldürülen bir kadının kendi içine gizli, bağımlılığa varan ilişkisini anlatıyor. Kocasıyla kavga ettikten sonra bir geceliğine evden uzaklaşıp arkadaşında kalan öykü kahramanı sabaha evine döndüğünde çocuklarının cesetleriyle karşılaşır. Kocaya yaptığının nedeni sorulduğunda “onları ıstıraptan kurtardığını” söyler, adamın söz ettiği “annelerinin onları terk etmesinin yol açtığı ıstırap”tır. Kocası tutuklandıktan sonra da onu görmeye devam eden kadın, bu davranışıyla okuru şaşırtmaz. Yazar, kahramanını öyle ustaca çizer ki kadının, çocuklarını öldüren adamı hapiste yatarken bile düzenli olarak ziyaret etmesi okur tarafından şaşırtıcı bulunmaz. Ama Munro bu… Okur, kadının edilgen tavırlarına ikna olmuşken öykünün sonu şaşırtıcı bir sapağı işaret eden bir olayla noktalanıverir.  Munro’nun öyküleri beklenmedik odak değişiklikleriyle ilerler çoğunluk, öykünün yarısında hikâyesine tanıklık ettiğiniz karakter birden kenarda bırakılır ve öyküye beklenmedik anda giren yeni karakterin hikâyesi merkeze çekilebilir. Okur bu değişimi ancak öykü bittikten sonra fark eder. Bir yönüyle var ettiklerini, tam karşıtı üzerinden de anlatmayı tercih eder Munro, böylece kurduğu metin daha geniş bir alanda yankılandığı gibi, yazar da taraf olmaktan kurtulmuştur. Bu anlatım biçimiyle de gerçeğe bir adım daha yakınlaşmış olur onun metni, yaşam da tüm karşıtlıkları içinde barındırmakta değil midir çoğu zaman? Yüzeyde akıp gidenler değil, derinler ilgilendirir onu.  Öykü kişiliklerini okurun gözünde sahici kılacak ayrıntı, davranış ve sözleri ustalıkla kurar, anlatmaz, verilen ayrıntılarla kurmacanın sahiciliğini yaratır. Ama yine de bir yazar için pek tercih edilesi şeylerden olmasa gerek, yaratmak istediğiniz duyguya adım adım yürüyen metni, karşıtlıklarla menzilinden saptırmak. Ama o yapar bunu.  Yüz adlı öyküde baba ve yüzünün sağ tarafı yaygın şekilde doğum lekesiyle kaplı oğul arasında bir çatışma yaratır ve okuru oğuldan yana olmaya ikna eder. Bu çatışmayla başlayan öykü, babanın neredeyse daha öykünün başında aniden ölümüyle alaşağı edilir. Öyle uzun uzadıya anlatmaz babanın ölümünü, yalnızca bir cümlede yapar bunu. Yüzündeki lekeden dolayı oğlundan nefret eden baba ve oğluyla daha sağlıklı ilişki kuran anne arasında bir tercih yapması beklenen okur birden ortada kalır. Her duygunun uçlarda yankılanmasıyla ortaya çıkan yaralayıcı durumları anlatmak istemektedir belki de yazar. İnsan dediğinizin içinde onlarca karşıtlığı aynı anda taşıyan, kendine bile bilinmez bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Ama yine de babanın ölümüyle okurun koştuğu yol değişiverir, ustalıksa sonrasının nasıl kurulduğundadır. Öykü bittiğinde başlangıçta yazarın işaret ettiği noktanın çok uzağındadır okur. Zayıf olanın da zalimleşebileceğini, öğrenilmiş bir iyilik duygusunun nasıl da yanıltıcı olabileceğini, gerçeğin çoğunlukla saf doğrunun uzağında bir yerlere düştüğünü deneyimler okur.

Kanadalı eleştirmenlerin bizim Çehov’umuz diye tanımladıkları Munro 2013 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi. 1931 doğumlu olan yazar daha pek çok sayıda uluslararası önemli ödül de almıştır. Kendi ülkesi dışında birçok okurla da buluşmayı başaran yazar onunla yapılan bir söyleşide yazın macerasını şöyle anlatır: “Yıllarca alıştırma olsun diye öykü yazdığımı sandım, roman yazmak için yavaş yavaş kendimi geliştirdiğimi düşündüm. Sonra elimden gelenin bu kadar olduğunu fark ettim ve başlangıçta teselli ödülü olarak gördüğüm öykülerde ustalaştım.” Bunca alçakgönüllü bir bakışla yaratılan bir öykü dünyası var karşımızda, yıllardır okunan ve okunmaya devam edilecek olan bir öykü dünyası. Kitaplarının durduğu yükseğe rağmen kendini yalın bir bakışta eğleyen Munro’ya ne demeli? Yazmak bizi değil ruhlarımızı yükseltir, o da nadiren, diyen Munro hayranı dostumun söylediği gibi ruhu ve kalemi “yüksek” inceliklerle dolu bir yazara… Munro’ya…

Bu yazı BirGün Gazetesi Kitap Eki'nde yayımlanmıştır.